Ezgi Gürer, İstanbul

27 Mayıs 2013 saat 22.00 civarı Gezi Parkı’nın Asker Ocağı caddesine bakan duvarın 3 metrelik kısmını yıkarlarken, 5 ağacın yerinden söküldüğüne dair sosyal medyada bir hareketlilik başlamıştı. Ben de sürekli haberleri takip ediyordum. Bir yandan acaba mümkün olabilir mi diye düşünürken bir yandan da kesin yine bu hareketlilik sönümlenir daha çok başımıza çökerler diye düşünüyordum. Aklımdan aynı zamanda “Unuttukları bir şey vardı . Artık halk buna dur demek istiyordu” diye geçirdim. Hatta öyle çok istiyorlarmış ki bir milletvekili iş makinelerinin önüne geçerek bu katlin sonlandırılması gerektiğini söylemiş. Meğer yıkımlar da izinsiz, ruhsatsızmış. İktidar gelmiş ben kimseye hesap vermem, ben nasıl istersem öyle olur deyip izinsiz ruhsatsız yıkım başlatmış.

Hâlâ olayları sosyal medyadan öğrenmeye çalışıyorum ben de. 28 Mayıs 2013 tarihinden itibaren daha fazla insanın Gezi parkına akın ettiği, hatta insanların çadır kurdukları paylaşılıyor. Bilgiler geliyor isyan daha da büyüyor ama ben hâlâ çalışıyorum. İşteyim çıkıp gidemiyorum. Ama herkesle bu durumu konuşuyoruz. Ne olacak ne bitecek diye. Gitmek istediğimi söylüyorum ama annem, babam, iş arkadaşlarım, erkek arkadaşım yani benim dışımda herkes gitmemem gerektiğini söylüyor. Bunu söyleyen iş arkadaşlarımın içinde de tabii ki iktidar yanlısı olanlar var. Bilhassa gitmemi istemiyorlar. Neyse bende 28 Mayıs günü bu baskıya boyun eğiyorum. Ama gitmem gerektiğini de biliyorum derken ertesi gün oldu ve ben yine işe gittim. Kimseye bir şey söylemedim. Konuyla alakalı da hiçbir şey konuşmadım ama sürekli de takipteyim.

29 Mayıs 2013. Mesai bitti. İşten çıktım ve tek başıma Taksim’e yürüyerek gidiyorum Osmanbey’e gelmek üzereyim önümde insan seli. İnsanlar akın akın Taksim’e gidiyor. Böyle bir kalabalığı İstanbul’da hiç görmemiştim sanırım. Bir yandan marşlar söyleniyor bir yandan alkışlar, ıslıklar yükseliyor. Arkasında olduğum insanların nasıl bir heyecanla gittiğini attıkları adımdan hissediyordum. Gezi Parkı’na varana kadar hep şunu düşünmüştüm:   Gerçekten insanlar artık düzen değişsin istiyor, bu zulme bir tek ben dur demek istemiyormuşum. Benden başka, tanıdıklarımdan başka insanlar var.’’ İşte bu yaşadığım an umudumun yeşerdiği andı. Faşizme dur demek isteyen benden başka hiç tanımadığım onlarca insan vardı. Bir heyecan kaplıyor içimi, gözlerim doluyor ve daha hızlı yürüyorum Gezi Parkı’na ulaşmak için. Gezi Parkı’na yaklaştıkça yürümek de artık zorlaşıyor. Çünkü her adımda daha fazla insan var.

Gezi Parkı’na giriş yapıyorum ama gözlerim dolu dolu. O kadar kalabalık ki ve insanlar tahmin edemeyeceğim kadar dirençli bir dayanışma içindeler ki, işte o an hissettiğim tüm umutsuzluk yok oldu.

İnsanlar çadır kurmuş, yemek getirmiş orada dağıtıyor. Parkın kenar taşlarına bisküvi, kek, su, meyve suyu yani hazır paketli tüketilebilecek ne varsa ihtiyacı olanların alması için tüm yiyecek ve içecekleri sıralamışlardı.

Kimse kimseyi tanımıyor ama herkes kendinden başka birinin ihtiyacını karşılamak için can hıraş çaba sarf ediyor. Paylaşıyor, sahip çıkıyor. Kimi başkasının eşyasına göz kulak oluyor, kimi ekmeğine, aşına, kimisi de çocuğuna.

Gezi parkına işten çıkıp gitmiştim. Tam olarak ne olduğunu bilemediğim için de yanımda ne götürmem gerektiğini bilmiyordum. Ne maske ne limon ne eşarp, tülbent hiçbir şey yok.

Ben gezi parkına girdikten birkaç saat sonra kalabalık İstiklal Caddesinin başından koşmaya başladı. Bir ses yükseldi : “Arkadaşlar müdahale başladı, korunun, dikkat edin.’’ İnsanlar birden koşturmaya başladı. Olayın ortasında kaldım nereye gideceğimi bilmiyorum. Ne tarafa kaçmalıyım nasıl korunmalıyım bilmiyorum. Hem alerjik astım hastasıyım hem de heyecanım var. İlk defa ciğerlerimin parçalanacağını hissetmiştim ve devam eden günlerde her ne kadar artık korunmanın yollarını öğrenmiş olsam da şiddetin ölçüsü de o denli artmıştı. Ama kimse, hiçbirimiz vazgeçmiyorduk. Her gün hiç tanımadığımız insanlarla örgütlü bir şekilde hareket ediyorduk.

Çocukları ile gelen ebeveynler vardı. Parkta çocuklarının kollarına kan grupları ile acil durumda aranacak kişinin ( anne veya baba ) telefon numaralarını yazıyorlardı. Bir anne veya baba düşünün. Çocuğum yaralanır ya da daha kötü bir şey olursa diye kollarına kan gruplarını yazıyorlardı. Öyle nefretle saldırıyordu çünkü polisler.

Bu arada günler geçiyor ama kalabalık hiç azalmıyordu. Herkes orada bir şeyler yiyip içiyordu. Yere atılanlarla o saldırılarda yerlere onlarca çöp saçılıyordu ama Gezi parkına sahip çıkanlar, yani ‘bizler’ temizlik konusunda da örgütlenip çöpleri topluyor, etrafı temizliyorduk.

Her gün akşam istisnasız gaz, tazyikli su saldırısı olmadan geçmiyordu. Hatta kolluk kuvvetleri, bu sayede de gazın çeşitlerini öğretmişlerdi bizlere…

Yine bir akşam Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde toplandık. İnsandan adım atılmıyor öyle kalabalık. Hemen önümde bir adam duruyor ama nereden tanıdığımı çıkartamıyorum. Arkasında olduğum için de yüzünü tam net göremiyorum. Bir an yüzünü çevirdi ve 1-2 yıl öncesinde borcunu ödeyemediğinden evine haciz işlemi için gittiğim, eşyalarını aldığım sırada üzerime yürüyen, hakaret eden adamla göz göze geldim. Çok kısa bir bakışma oldu ama ben içten içe de “Kesin ya bir şey söyleyecek ya da kalabalıkta gümbürtüye gideceğim. Ama ben de mecburdum görev verilmişti. İstemesem de yapmak zorundaydım” diyorum. Ama bu düşüncelerin hepsi o kadar hızlı geçiyor ki o arada belki ben içimden geçenleri daha bitirememiştim bile adam yüzünde oluşan hafif bir tebessümle bana selam verdi. İşte tam o an yerin dibine girmiştim. Niye böyle hissediyordum bilmiyorum ama sistem çarkının arasında her ikimiz de ezilirken, ben bana verilen görevi yaptığım için utanç duyuyordum. İşte bendeki o utançla yıllar öncesinde evindeki eşyalara hacze gittiğim adamla aynı sömürü düzenine karşı çıkmak için omuz omuzaydım.

Gezi Parkı’ndan Dolmabahçe’ye uzanan saldırılarda polis üzerimize tazyikli su sıkarak gelirken hiç tanımadığım iki insanla el ele koştuğum anı ve Dolmabahçe Sarayı’ndaki askeri bölgeye atlayışımızı hiç unutmuyorum. Çünkü hepimiz oradayız ama içimizde, direnişten olmayan biri olup da acaba bizi yanlış bir tarafa yönlendirir mi şüphesi de oluşmuştu. Ama dayanışma anlarında onu hiç düşünmüyorsunuz. Kendi canınız ve yanınızdakinin canını düşünüyorsunuz. Sürekli başkasını düşünmek dayanışma değil miydi zaten. Biz de orda hiç tanımadıklarımızla dayanışma içinde olduk. Örgütlendik. Duruşumuzu sergiledik. Nitekim kaybettiğimiz, bedeninde ağır hasar veya hasar kalan canlarımız olsa da direndik ve o geçen zamanda biz sadece Gezi Parkı’na sahip çıkmadık. Gezi Parkı artık bir simge olmuştu. Türkiye’nin dört bir yanına yayılmıştı.

O ilk gün ve sonraki günlerde gördüğüm dayanışma bana bugün neden direnmemiz gerektiğini, neden DAYANIŞMA YAŞATIR diye haykırmamız gerektiğini anlatıyor.

Gezi’den Gazi’ye Edirne’den Kars’a her yerde dayanışmayı büyütelim.