Hatay’ı ilk kez 2019 yılında turist olarak ziyaret etmiştim. İstanbul’da doğdum, yaşıyorum. 6 Şubat depremlerinin ardından feminist mücadeleyi ön planda tutarak deprem dayanışması başlatan ve depremin üçüncü gününde Samandağ başta olmak üzere Serinyol ve Defne’de kadın dayanışma çadırları kuran Mor Dayanışma ile tanıştım ve gönüllüleri arasına katıldım. İstanbul Mor Dayanışma’da deprem bölgesindeki arkadaşlarımızdan gelen bilgiye dayanarak ihtiyaç listeleri oluşturuyor, ihtiyaç ürünlerini tedarik ediyor, tırlara yüklüyor, gönderiyorduk. Bu aciliyet durumu uzunca bir süre devam etti, hâlâ farklı şekillerde devam ediyor. Adaletsizlik ve yetkililerin sorumsuzluğunun yarattığı boşa beklenti, öfke ve korku hislerinin arasında yasa yer ayırmaya çalışıyorduk.

Daha depremin birinci ayı dolmadan, ağır bir yas ortamında; yaklaşan seçim tarihleri ve vaatleri, anket sonuçları ve Altılı Masa tartışılıyor, akıl almaz bir gerçeklik kayması eşliğinde çalışmaya devam ediyorduk. Bunlar konuşulurken binlerce kişinin isimsizce defnedildiğini duyuyor, biliyorduk. 

Depremin üzerinden bir ay geçtikten sonra Mor Dayanışma Kadın Çadırı’na katılmak için Samandağ’a gitmeye karar verdim. Bir yanda beş günlük süre içerisinde çevreye ne kadar faydamın dokunacağına dair soru işaretleri ve kaygılar, diğer yandaysa İstanbul’daki atmosferin bölgeden kopukluğunun bilinci ve bölgedeki durumu anlama isteğiyle yola çıktım. Hatay’a uçak bulamadığım için yolculuğumu önce Adana’ya, oradan da Hatay’a otobüs ile gidecek şekilde planladım. Adana’ya vardığımda akşam saatleriydi. Ankara’dan yola çıkıp Adana’dan yolcu alan ve Hatay’a devam eden otobüs gecikince etrafımdaki insanlarla sohbet etme şansım oldu. Kocaman sırt çantamı görenlerin Hatay’a gittiğimi öğrenince “Orada yapacak bir şey kaldı mı ki?” sorularına karşılık, bölgeden ayrılmayanların verdiği mücadeleyi, bana anlatıldığı kadarıyla aktarmaya çalıştım.

Otobüs geldi, epey yorgun bir ahali ile yola koyulduk. Yanımda oturan genç kadın, kucağındaki iki aylık bebeğiyle Ankara’da hastaneden dönmekte olduklarını, bebek henüz bir aylıkken Hatay’da depreme yakalandıklarını anlattı. Karanlık olduğu için yol kenarında zorla seçebildiğim binaların çoğu ezilerek yıkılmış, öne devrilmiş veya bütünüyle çökmüştü. Tam anlamıyla ıssız mahallelerin arasından geçen otoyolda giderken, belki de karanlıkta seyahat etmemin iyi olduğunu düşündüm.

Antakya Otogar’a vardığımda beni karşılayan Mor Dayanışma’nın kurucu üyelerinden İrem, otogarın bu halini görmemiş olduğunu, onun yarattığı şoku atlatmaya çalıştığını söyledi. Antakya’dan, arabayla enkazların arasından geçerek Samandağ’a vardık.

Yıkımın boyutunu o noktada anlamak mümkün olmasa da karanlıkta seçilebilen korkunç siluet iç karartıcıydı. Samandağ merkeze vardık. Geçtiğimiz yıl altı kazılarak katlı otopark haline getirilmiş (ve depremle beraber en alttaki üç katını su basmış), üzeriyse betondan bir meydan ve parka dönüştürülmüş Atatürk Meydanı’ndaki Mor Dayanışma çadırına yerleştim.

Bu meydana ortalama 40 çadır kurulmuş, etraftaki dükkanların çoğu hasarlı olduğu için terk edilmişti.  Bir tane ekmek fırını her şeye rağmen açık ve işliyordu. Meydanda temel ihtiyaçlara yönelik bir altyapı kurulmuştu. Mor Dayanışma’nın depremin ilk günlerinde hızlıca organize olarak edindiği ve bölgeye yerleştirdiği mobil tuvalet, artık kadın tuvaleti olarak kullanılıyordu. İçinde duş, tuvalet ve lavabo olan bu mobil tuvalet, her günün sonunda yine kadınlarca temizleniyordu. Meydanın etrafında yemek dağıtan Kadıköy Belediyesi kamyonu, mobil bankamatikler ve PTT sıralanmıştı.

Hatay’daki ilk günümün öğle saatlerinde Vakıflı Köyü Kadın Kooperatifi’ni ziyarete gittik. Vakıflı Köyü, Samandağ ilçesine bağlı, Musa Dağı’nın eteklerinde bulunan, Tükiye’nin son Ermeni köyü. Samandağ’ın merkezine ve diğer köylerine kıyasla daha az hasar almış, can kaybı vermemiş bir köy. Vakıflı Köyü Kadın Kooperatifi ise, sanı İstanbul’a kadar gelmiş; ev yapımı reçel, zeytin, defne sabunu ve daha birçok ürünü kadın emeğiyle üreten; 2010’lu yıllarda kooperatifleşen bir kadın dayanışması. Deprem sonrasında kooperatifin dağılan mutfağına ve konaklama binasına girmeye cesaret edemediklerinden, kilisenin önüne kurulmuş konteynerde harıl harıl paketleme yapan kadınlar karşıladı bizi. Konuştuğumuz Kuhar Hanım ve kızı Anjel, bu süreçte çok destek aldıklarını, siparişleri kargo ile İstanbul’a ve diğer büyük şehirlere gönderdiklerini anlattı. “Nasıl destek verebiliriz?” diye sorduğumuzda, burada 35 kadın olduklarını, desteğe ihtiyaç duymadıklarını, daha çok ihtiyacı olanlara yönelmemizi istediğini söyledi. Oradan ayrılmak üzereyken mutfağın hâlini gördük. Bina az hasarlı olduğu için içine girilebilse de depremin etkisiyle bütün reçel kavanozları yerlere düşerek kırılmış, içlerindeki reçeller ortalığa saçılmış ve kurumuş, kurutulmuş portakal kabukları ve cam parçaları her tarafa dağılmıştı. Moral desteği olacağını düşünerek mutfağın kaba temizliğini üstlendik. Eda Hanım ve Elena Hanım teşekkür ederek bize kahve ve ceviz reçeli ikram etti, kadın dayanışmasının önemine dair biraz sohbet edip Vakıflı’dan ayrıldık.

Aynı günün akşamı Mor Dayanışma’da gönüllü kadınlarla birlikte Atatürk Mahallesi’ne gittik. Atatürk Mahallesi, Samandağ’da yıkımın en çok olduğu mahallelerden biri. Yerle bir olmuş bir mahallenin bir zamanki sokaklarından geçerek depremden önce pazar yeri olarak kullanılan, üzeri metal bir strüktürle kapatılmış açık bir alana vardık. Çadırlar, bu yapının altına sığınıyordu. Mahalleden geriye kalan ne varsa bu pazar alanında toplanmıştı. Tüten sobaların arasında iletişimde olduğumuz kadınları bulduk. Mor Dayanışma, bir önceki ziyaretinde bu çadırlardaki kadınların ihtiyaçlarını listelemiş, isme özel kutular hazırlamıştı. Sutyen bedenlerinden özel bebek maması ihtiyaçlarına kadar sorularak hazırlanmış bu kutuları isimleriyle eşleştirip kadınlara dağıttık.

Elimizdeki kutularla alana dağıldığımız için beni yalnız gören herkes bir şey ikram etmeye çalıştı. Yemek tepsilerini paylaşmak isteyenler, kahve ikram edenler… İnsanlar depremzede olduklarını unutuyor, ellerinde ne var ne yoksa onu paylaşmanın yollarını arıyordu. 

Alana döndüğümüzde hava kararmıştı. Bir önceki günkü toplantıda planladığımız film gösterimi gecesi için hazırlıklara başladık. Sandalyeler ve projeksiyon ayarlandı ve bir çadıra yansıtılan “Bizim Aile” filmi izlenmeye başlandı. Gaz ocağında mısır bile patlatılıp dağıtıldı!

Gece oldukça yüksek bir patlama sesi ve yerin titremesiyle uyandım. Çadırda uyandığımı fark eden biri, Suriye’nin bombalandığını söyledi. Sınırın hemen ötesinde, depremden aynı şekilde etkilenmiş bir bölgenin bombalandığına şahit olmanın tarif edilemez huzursuzluğuyla uyumaya çalıştım.

Ertesi gün, birkaç Mor Dayanışma gönüllüsüyle birlikte iç çamaşırı dağıtımı için çadır içini tasnif ettik, çamaşırları bedenlerine göre ayırdık.

Mor Dayanışma, bölgedeki kadınlarla kurduğu 100 kişilik Whatsapp grubu üzerinden gün ve saati bildirerek, Samandağ merkezdeki dayanışma çadırından malzeme dağıtımı yapıyor. Depremin ilk günlerinde erzak dağıtımı da yaparken, şu anda kadınların ihtiyaçlarını önceliklendirerek malzeme dağıtıyor. 

Saat 14:00’te yapılacağı duyurulmuş olan dağıtım için, kadınlar saat 12:00 gibi Mor Dayanışma çadırı önünde kuyruğa girmeye başlamıştı. Bu esnada, Her Yer Çocuk ile düzenleyeceğimiz çocuk etkinliğini hazırlamaya koyulduk. O gün, renkli oyun hamurlarını kullanarak ve hayvanlardan yola çıkarak süper kahramanlar yaratan bir etkinlik yaptık. Etkinlik başlamadan gelen birkaç heyecanlı çocuk, çadırın içini düzenlememize, masa ve sandalyeleri yerleştirmemize, yerlere renkli tatamileri sermemize yardımcı oldu. Ortalama 25 çocuk beklediğimiz etkinlik, Mor Dayanışma sırasında bekleyen kadınların çocuklarının da katılmasıyla 55 çocuğu buldu. Yaş grubu 4-14 arasında geniş bir aralıkta olduğu için etkinliği yorumlayarak ilerledik ve oyun hamurlarından çeşit çeşit karakter yarattık. Bunlar arasında uçan yılanlar, çiçek açan böcekler, hızlı koşmak istediği için çokça bacağı olan yaratıklar vardı. Etkinlik sırasında şiddetlenen rüzgârın çocuk çadırının bir tarafındaki brandayı havaya kaldırıp indirerek çıkardığı yüksek sesin çocukları ne kadar korkuttuğunu, adeta her an tetikte olduklarını fark ettim. Etkinlik bittiğinde yine çocuklar ortalığı toplamamıza, kalan hamurları birleştirmemize yardımcı oldular, hamurdan heykellerini alıp çadırlara dağıldılar.

Akşam olduğunda gönüllü arkadaşlarla deniz kenarına gittik. Samandağ’a ilk kez geldiğim ve yıkılmış bir ilçe içinde yön duygumu kaybetmiş olduğum için, buna zaman ayırabildiğimize çok mutlu oldum. Samandağ’ın büyüleyici sahil şeridi içimizi açsa da buradaki sulak alanlara dökülen molozların haberleri içimizi kararttı.

Mileyha Sulak alanının yakınına dökülen molozları gördük. O sırada Hatay Ekoloji Platformu’nun başlatacağı moloz nöbeti ve ardından gelen akıl almaz polis şiddeti henüz yaşanmamıştı. Havadaki asbest oranına dair ölçümler daha yapılmamıştı ama olası asbest yine de endişe veriyordu.[1]

Maske dağıtan, asbest durumunun aciliyetini vurgulayan ve halk sağlığını gözeten hiçbir girişime veya uyarıya rastlamadım. Asbestin yer altı sularına karışması riskine rağmen, toz kaldırmaya karşı bir önlem olarak enkazların üzerine su sıkıldığını gördüm. Şu an bölgede temiz suya erişmek hâlâ temel bir sorun. Musluk suyuna güven olmadığından, Samandağ merkezde Alman bir ekibin kurduğu içme suyu tankları bulunuyor. Merkeze bir ay kadar içme suyu sağlayan bu tanklar, geçtiğimiz haftalarda Hatsu’nun devreye girmesi ve ölçümlerin yapılmamasıyla musluk suyundan farksız bir hale gelmiş. Bu sularda meyve sebze yıkanıyor, diş fırçalanıyor, yüz yıkanıyor.

Onlarca uyarıya ve rapora rağmen gerekli aksiyon ve tedbirler alınmıyor, halk sağlığı ikinci plana atılıyor.

“Her şey ilgi gerektiriyordu ve her şey acildi…”

Üçüncü gün, Mızraklı Köyü’ne gittik. Her Yer Çocuk, burada düzenleyeceği çocuk etkinliğini iyice bastıran yağmur dolayısıyla üzeri kapalı, yanları açık bir restoran alanında yaptı. Yağan yağmur restoranın süs şelalesini doldurup taşırıyor, yoğun bir fon sesi oluşturuyordu. Etkinlik 30 kadar çocukla sürerken, Her Yer Çocuk ile iletişimde olan Sınır Tanımayan Palyaçolar alana geldi. Sınır Tanımayan Palyaçolar, “dünyanın çeşitli afet ve savaş bölgelerinde, travma altındaki çocuklar için ücretsiz gösteriler yapan Amerikalı bir gösteri topluluğu.” [2] Yaptıkları gösteriler, seyirciyle olan iletişimleri çocukları adeta büyüledi. Daha sonra kısaca sohbet etme şansı yakaladığım ekip, deprem çağrısıyla ABD, Meksika, İsveç ve Türkiye’den hızlıca bir araya gelen ve çalışmaya başlayan 5 kişiden oluşuyor.  

Çadır alanına döndüğümüzde bizi sakat köpeğimiz karşıladı. Büyük ihtimalle bir araba tarafından ezilerek ayağı kırılmıştı, çadırımızın başından hiç ayrılmıyordu. Bir yandan ona veteriner bulma çabaları devam ediyordu. Her şey ilgi gerektiriyordu ve her şey acildi…

“Yaşamı yeniden kurmak için kadınların örgütlenmesinin şart olduğunu, şehrin yeniden inşasının ancak Arap Alevilerin ve Hıristiyanların failliğiyle mümkün olduğunu gördüm.”

En başta öne sürdüğüm “Samandağ’da ne gördüm?” sorusuna cevabımı özetlemek gerekirse: Kamu kurumlarının yokluğunun yarattığı güvensizliği, alternatifler üretmek zorunda kalan sivil inisiyatiflerin dayanışma ve örgütlülüğünü ve her şeye rağmen dirençli bir halk gördüm. Ölüme terk edildiğini bile bile, Hatay’ı terk etmeyecek olan bu insanların umut ve öfkeyi aynı anda yaşadığını gördüm. Ortak dertleri konuşmak, politik bilinci arttırmak ve güçlenmek için toplanmanın önemini gördüm.

Hep lafını ettiğimiz, ama şehirde anlamını yitiren komün yaşamı, Arap Aleviler sayesinde tanıdım. Kadınların toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı bu kültürden ve kadın dayanışmasından aldığı güce şahit oldum. Yaşamı yeniden kurmak için kadınların örgütlenmesinin şart olduğunu, şehrin yeniden inşasının ancak Arap Alevilerin ve Hıristiyanların failliğiyle mümkün olduğunu gördüm. Yeniden yapılanma sürecinde iktidarın tam da bu failliği yok etmeye çalıştığını ve bir Sur senaryosu ile karşı karşıya olduğumuzu anladım[3]. İktidarın son 20 yılda yarattığı eski Hatay nostaljisinin, halklar arası kardeşlik anlatısının, birlikte yaşayan medeniyetler imgesinin yeniden inşa sürecinde yokluğunu gördüm. Devletle veya sermayeyle iş birliği yapmayan kişilerin zorla göçünü, 100 yıl önce Hatay Türkiye’ye dahil edilirken açılmış bir parantezi deprem bahanesiyle kapatma çabasını gördüm.

Buradan sonrasını tahayyüllere, ihtiyaçlara ve ne yapabiliriz sorusuna ayırmak isterim.

Mor Dayanışma, depremin ilk gününden beri feminist politika güderek birçok faaliyette bulundu, Hatay’daki etnik ve sosyokültürel yapının korunması için kadınların örgütlenmesi gerektiğini vurguladı. Geldiğimiz noktada Mor Dayanışma, şu an kamusal alanda bulunan kadın çadırını tahliye riskine karşı özel bir araziye/alana taşımak için çalışıyor. İçerisinde çeşitli faaliyetlerin düzenlenebileceği, kadınlara istihdam sağlayabilecek bir kadın yaşam alanı kurmak için hazırlanıyor. Zaman içerisinde üretim alanları oluşturmayı ve bu alanları dikiş makinası, kuaför sandalyesi, pasta pişirme fırını, tandır fırını ile donatarak, çamaşırhane ve kadın kütüphanesi kurarak kadınların ekonomik bağımsızlıklarını yeniden edinmesini hedefliyor. Bunun için hem ekonomik desteğe hem de gönüllü emeğine ihtiyaç var. Kadın dayanışmasını yaşatmak, Hatay’daki kadınların, sadece aciliyetlerine cevap olarak değil, sürekliliği amaçlayarak güçlenmesi için yapılacak çok şey var.


[1] Hatay Ekoloji Platformu’nun Samandağ köylerinde yaptığı ölçüm sonuçları, dayanışma grupları arasında dolaşıma girmişti.

[2] Açık Radyo, “7 Temmuz 2015: Clowns Without Borders / Sınır Tanımayan Palyaçolar: Güray Dinçol”.

[3] Bianet, “Doç. Dr. Köksal: “Sur’daki gibi yeni inşa süreci için zemin hazırlandı”, 06 Nisan 2023.

tr_TR