“En iyi yıllarım uçup gitti. Seninle cebelleşeceğim diye bütün güzel huylarım değişti. Sert, kaba, ürkek, işkilli bir insan oldum.”
Kış Uykusu filminin bir sahnesinde, Nihan karakterinin evli olduğu erkekle diyaloğu.
Genç, sağlıklı, gururlu ve hayat dolu bir kadınken yaşadığı toksik ilişki yüzünden boşlukta, can sıkıntısı ve korku içinde eriyip giden, hayatı kemirilen, gücü kalmayan bir kadına dönüşünü özetlediği bir replik.
Çoğu insan bu sözleri çok yakın hissetmiştir kendine. Hemen bir film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden evi, işi, aşkı ve birçok ilişkisi. Kopmak, kaçmak, bitirmek, hayır demek, yeniden başlamak, bir şans daha vermek, bu sefer değişeceğine olan inanç… Tüm karmaşık duyguları içinde barındıran “acaba”lar ilişkileridir toksik ilişkiler.
Bu yazımda aşk ilişkilerimize değineceğim. Biraz on(lar)dan, biraz ilişkilerimizden ama en çok da patriarkal kapitalist sistemin duygusal-romantik ilişkilerimiz üzerindeki gölgesinden bahsedeceğim. Ve yeniden ayağa kalkmayı, hayatımızın sorumluluğunu almayı, güçlenmeyi anlatacağım.
Peri masalından “öldüren sevgi istemiyoruz” a ne zaman geçtik?
Egemen patriarkal kapitalist ilişkiler, toplumsal ilişkilerin her biçimine sirayet eder. İlişkilere kendi rengini vermek için canhıraş savaşır. İnşa ettiği cinsiyetçi ezilme biçiminin devam etmesi için insan yaşamının var ettiği güzel duyguları birer çöpe dönüştürür.
“Aşk zamanın sonsuzluğu kapsayabildiğinin kanıtıdır” der Badiou. Gardımızı düşüren, beklemediğimiz bir anda her bir hücremizi saran sıcak ve yoğun bir duygunun canlılığını yaşatan, baş döndürücü bir bağ. Hemen kapılmanın verdiği enerji ve vücudumuza akan bu duygunun yoğunluğu, ayağımızı bastığımız zemini sarsar. Yine de onu yaşamanın verdiği güzellikten vazgeçemeyiz. Yeni bizin olasılığı şaşırtır, heyecanlandırır bizi.
Güvenli bir ilişkiye doğru çubuğun büküleceğine dair olan inanç başlar içimizde. İlişkiden beklentimiz zamanla karşılıklı bir müzakere süreci olur; sınırların keşfedildiği, birbirimizin hayatındaki dinamikleri gördüğümüz, ortak yaşamda bunları önemsediğimiz, tekil olarak güçlenirken ilişkinin de diyalektik olarak güçlendiği, beslendiği…
Ta ki o bir an, yoğun duyguların kötü bir hikâyeye evrildiğini fark ettiğimiz o an, kutsanma halinin bitişinin ilanına dek…
Bazı şeyler değişir. İlk zamanların yoğunluğunun azalmaya başladığı o anda bir şeyler olmaya başlar. “Acaba”lar, sınırlar, sınırlamalar, susmalar, biriken şeylerin ani patlamaları, beklentilerin karşılan(a)maması, değişmesi için mücadele edilen ama değişmeyen şeyler.
Yine aynı aşk ilişkilerinin, patriarkal kapitalist sistemin yüzeyselliğinden nasibini alarak yok edici bir ilişki yumağına dönüştüğüne şahit oluruz çoğu zaman. Sevginin çokluğuyla ya da azlığıyla öldürülen ilişkiler, kasvetli hava, incitici sözler, kırılgan anlar ve hakkımızı helal etmediğimiz pişmanlıklarla karşılaşırız.
Peri masalı, yavaş yavaş tam da biz feministlerin söylediği gibi, “öldüren sevgi istemiyoruz” a dönüşür.
İşte duygusal ilişkilerimizin içinde maruz kaldığımız, bu özel ilişki biçimine yani “toksik ilişki”ye yoğunlaşacağız. Bir o yana bir bu yana yıkıldığımız, her yıkıldığımızda paramparça olan kişiliğimiz, duygularımız, etrafa saçılan kırık kalplerimize…
İlişkilerimiz nasıl ve neden zehirledi bizi?
Toksik ilişki: patriarkal kapitalist sistemin getirdiği eşitsizliklerin, tahakküm ilişkilerinin, şiddetin çıplak ama ince biçimlerle romantik ilişkimize sirayet etmesi.
Değer yitimi yaşamaya başladığımız, ilişkinin sorumluluklarının bir tarafa bırakıldığı hezimet hali, yoğun manipülasyonların yaşandığı, farklı şiddet biçimlerinin (mansplaining, manterrupting, gaslighting, ghostling, lovebombing…) iç içe geçtiği karmaşık bir süreç.
Önce anlam veremeyiz, hatta erkek egemen sevgi anlayışının gölgesinde “normal bu” gibi düşünürüz. Fakat yaşanılan şeyler tam da başta söylediğimiz gibi bütün güzel duygularımızı belirsiz bir hâle getirirken “bu mu gerçekten?” deriz.
Sürekli tartışma ve kavga, güvenle ilgili problemler, duygusal manipülasyon, eleştiri ve aşağılama, ilgisizlik, bağımlılık, şiddet (fiziksel, duygusal, cinsel…), sürekli suçlanmak (buna skor kartı da denilmekte, zamanla ‘kim diğerini daha çok yaraladı’ ya da ‘kim diğerine daha çok borçlu’), pasif-agresif davranışlar, duygusal şantajlar, kişisel sınırları bilmemek, biriken kırgınlıklar…
Bu atmosfer basıncında kaçınılmaz sonların başlangıcı stres, anksiyete, depresyon, düşük özgüven, manipülasyona açık bir karakter olur.
Bu yaşadıklarımızın tesadüf olmadığını biliyoruz. Bu sonuca gelene kadar hayat bize epey sinyal vermiştir ama çoğu zaman duymayız, duysak da umursamayız ya da fark etsek de hemen vazgeçemeyiz.
Patriarkal kapitalist sahiplik ilişkisi dimdik ayakta
Kadın hareketi, yıllardır patriarkal kapitalist ilişkilerin görünmeyen emeğimiz başta olmak üzere, kadın emeği dışındaki yapıları/alanları nasıl şekillendirdiğini açığa çıkarmak için politik bir mücadele veriyor. İkinci dalga feminizmin sıkı sıkı sarıldığı, “özel alan politiktir” söylemi; tek başına bir tanıyı değil, bize özel alanlarımızda her daim uyanık olmamızı da telkin eden bir uyanış halidir. Romantik sevgiliden zorbaya, oradan da katile dönüşen erkeklerin dünyasında yaşadığımızı hatırlayınca, bunun hiç de yanlış bir telkin olmadığının da farkındayız.
Gülnur Savran’ın da belirttiği gibi, şiddetin temelinde patriarkal sahiplik- mülkiyet ilişkisi yatar. Patriarkal ilişkilerin biçim değiştirmesinden öte patriarkal ilişkilerin çeşitlenmesinin, çoğullaşmasının sonucunda, farklı ilişkilerin bir arada olmasının bir yansımasıdır “toksik ilişkiler”.
İkili cinsiyet sisteminin gündelik yaşamın her alanına yayılması ile egemen-resmi devlet ideolojisinin totaliter-otoriter basıncı; saldırgan toplumsal karakterlerin oluşmasına, gündelik yaşamın giderek irrasyonel hale gelmesine sebep oluyor.
Değil hakikati öğrenmeyi, düşünmenin bile nostalji olduğu; yaşamın ayrıntılarının silindiği böyle bir ortamda, duygusal-romantik ilişkilerimiz artık yabancılaşma olanağı bile bulamadan ‘şey’leşiyor ve gene bütün bunların doğal sonucu olarak sert bir biçimde saldırganlaşıyor.
İşte bu cenderenin içinde kadınların güçlenme pratiklerini “yine ve yeniden nasıl inşa edeceğiz” sorusu gündemimize geliyor.
Kişisel gelişim safsatası değil kadın hareketi ile güçlenme
Öncelikle baştan söyleyelim, popüler söylemle “hızlıca toparlan ve kendine gel” değil demek istediğimiz. Küllerinden doğma hikayesi yazmaktan da bahsetmiyoruz. Başımıza gelenleri sıradanlaştırıp tekil hikayelermiş gibi de algılamıyoruz, iyileşmeyenlere karşı hissedilen “ellerinden geleni yapmayan tembeller” olarak da düşünmediğimize göre.
Demek istediğimiz, yaşadığımız çoğu şeyin patriarkal kapitalist sistemin hayatlarımıza yansıması olduğu. Hayatlarımızı bir kıskaç altına alması.
Bu yüzden her deneyim, güçlenme pratiklerimize katkı da sağlıyor. Deneyimlerimiz farklı uçlara savrulmadan kadın hareketinin birikimlerine akıyor, onun birikimlerinden de faydalanıyor.
Meselai şu an toksik ilişki sarmalında olan bir kadın kendi kişisel duruşunu inşa ederken, elini psikoloji kitaplarına uzatacak; okuduğu her yazıdan, aforizmadan kendine ders çıkartmaya çalışacak. Birey olarak çubuğu kendisine doğru bükecek, ilişkisini düzeltmek için kendisini geliştirmenin dehlizlerine dalacak. Bu, ilerlemeyi, düzelmeyi bireyden bekleyen kapitalist sistemin yansıması. Ya da herhangi bir yapıda örgütlü bir kadın, örgütlü yaşamda tüm sorunları çözülecek, kendisi dayatılan bütün ezilme biçimlerinden azadeymiş gibi düşünecek. Ama maalesef çözüm bireysel değişimde olmadığı gibi örgütlenince de tüm sorunlar çözülmeyecek.
Her bir deneyim hepimize şunu gösteriyor sanırım: kendimizi bilinçlendirerek ya da bahçemizdeki otları toplayarak kurtulamayacağız bu ilişkilerden. Karşılaştığımız şeyler, tarihsel yapısal sorunların hayatımıza yansımaları ve sürekli mücadele gerektiren şeyler.
Güçlenme bireysel olarak çözülecek bir mesele değil hem bireysel hem toplumsal hem de örgütsel bir bütünlük ister.
Bu yüzden güç ve güçlenme ile daha sahici bir ilişki kurmak gerekiyor.
Güç sadece bir kuvvet biçimi değildir, yaşam sürecinin vazgeçilmez bir tarifidir.
Bazen bağımsızlık korkusu içimize o kadar yerleşir ki, meydan okumaktan, risk almaktan, gelişmekten, zorlukları göğüslemekten, yetişkinlerin dünyasına girmekten, kendimizi dinlemekten, iktidarda olmaktan aktif olarak kaçınırız.
Bazen toksik ilişkilerden kurtulmaya çalışırken, bir döngünün içinde takılıp kaldığımızı düşünebiliriz. Karar almak, o ilişkiden kopmak, adımlar atmak zor gelebilir. Güçlenme yoğun emeklerle içeriden geliştirilebilir.
Tam da bu süreçlerin içinde gücün farklı biçimlerini de keşfediyoruz, deneyimliyoruz kadın mücadelesinde. Var olma sancıları, kadınların kendilerini onaylaması, potansiyellerini açığa çıkarıp kendilerini ortaya koyması, “sözde sevginin” kıskacından kurtulma pratiği olarak terk etme, ayrılma sancıları, ilişkide edilgenleşmeyi reddetme, öz savunma pratikleri, örgütlenmeye tutunma çabaları, iktidarı ele geçirmeyi isteme, sahayı erkeklere bırakmama, karma örgütlerimizde kadınların pozisyonlarını kalıcılaştırma çabalarımız… hepsi bu güçlenme pratiklerinin birer yansıması. En önemlisi de feminizme tutunmak…
Sara Ahmed’in dediği gibi feminizmin vaadine tutunmak, hayatını o kelimeyi sahiplenerek yaşamak, onun adı altında mücadele etmek; onun iniş çıkışlarında, gelgitlerinde kendi gelgitlerini hissetmek güçlenme ve örgütlenme pratiklerimize anlam katmaya devam edecek.
Kaynaklar;
*Chollet, Mona “Aşkı yeniden icat etmek-patriyarka heteroseksüel ilişkileri nasıl sabote ediyor?“
*Acar-Savran, Gülnur “Beden Emek Tarih”
*Dowling, Collette “Sindrella Kompleksi”
*May, Rollo “Güç ve Masumiyet”
*Ceylan, Nuri Bilge “Kış Uykusu” filmi
*Ahmed, Sara “Feminist Bir Yaşam Sürmek”
* https://www.5harfliler.com/kullerinden-dogmayan-kadinlar-ya-bizi-oldurmeyen-sey-guclendirmiyorsa/