Adresi olmayan yıldızlar için tüm ıhlamur çiçekleri sokaklardaki karanlığı süslüyor şimdi.
Mayıs, en güzel gülüşlerin takvimiydi.
Güne erken başlamanın zorluğu değil de Cumartesi’nin ilk dakikalarından sabaha kadar yağmur sesinde kitap okuyarak geçen zaman ve kurulan hayallerden sonra o tatlı esriklikten sıyrılıp hayatın çelişkilerle dolu gürültülü yanına karışmak hiçbir zaman kolay olmamıştır benim için. Hayata dahil olmanın en güç ve en dayanılmaz hissini sabahleyin bir an için bile olsa hissetmeyen var mıdır acaba?
İçimde önceki günden kalma tatlı bir hisle yerimden doğrulup perdeyi aralıyorum. Dışarıyla selamlaşma zamanı şimdi.
‘’Yağmur yağıyor muydu hâlâ?’’
Hava olabildiğince kapalı ama yağmur yok. Bu, kötü işte. Bu, çok kötü. Ya güneş açmalı yangınların içinden deli gibi ya da gürül gürül yağmalı yağmur. İkisi de olmuyor oysa. Penceremden görünen tüm güzellikleri orada bırakıp dışarı çıkmak için hazırlıklarımı yapıyorum. Yapılacak işlerin sırası kapıdan çıkarken netleşiyor bile. Artık günün her haline hazırım.
Apartman kapısını açıp hızla yürürken birden sokağın kenarında kaldırım taşlarından birine oturan Reyya Teyze’nin bana el sallayıp selam verdiğini görüyorum. Ben de selam verip ilerleyecekken bana el sallayarak yanına çağırınca ona doğru yöneliyorum. Sabahın erken saatinde kaldırım taşında oturan yaşlı sayılmasa da çökmüş olan Reyya Teyze bana gülümseyerek bakıyor. Yorgun görünümüne rağmen gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir parıltı dikkatimi çekiyor. Bazı insanların en ufak şeylerde dahi gözlerinde beliren mutluluk ifadesi, onların en yalın en saf gerçekliğidir belki de…Reyya Teyzeyi kaç gündür görmüyordum, sahi neredeydi de bugün öyle çıkıverdi karşıma?
Henüz yanına varmadan, gülümseyen yüz ifadesiyle ‘’Nasılsın kızım?’’ dedi bana. Küçük bir kasabada nasılsın sorusunun cevabının kısa olması gerektiğini çoktan öğrenmiştim aslında ve bu ‘nasılsın’ ı soran kişinin aslında kendini anlatmak için bu soruyu sorduğunu da.
‘’Mübarek, ne güzel yağdı dün değil mi’’ sorusunu da ekliyor.
Bunu söylemek için mi beni yanına çağırdı acaba diye soruyorum kendime, yok canım bunun için çağırır mı insan bir başkasını, bir şey diyecek gibi bakıyor bana, yüzünde içten bir gülümsemeyle.
“İyiyim teyze, sen nasılsın?” diye soruyorum.
Önce, derin bir iç çekiyor ama bu çok hüzünlü bir anda iç çekmek değil, daha çok hüzünlü bir halden çıkmanın huzuru olan iç çekmekti.
‘’İyiyim kızım binlerce şükür ki iyiyim. Nasıl iyi olmayayım ki hem.’’ Gözleri doluyor birden.
‘’Kaç yıldır şu yola bakıp onun geleceğini hayal ettim biliyor musun? Kaç sabah kaç akşam şurada durup bekledim onu. Umudumu kaybetmeyeceğim dedim her gözyaşım aktığında, gelecek bir gün dedim gözümün nuru, bir gün dönüp gelecek yanıma diyerek.’’
Kimden söz ettiğini anlayamamıştım; ama bir türlü cesaret edip soramıyordum da. O ise anlatmaya devam ediyor. ‘’Adaklar adadım uğruna, dileklerim eksik olmadı hiç gönlümden ve kabul oldu binlerce şükürler olsun. Nasıl iyi olmayayım şimdi. Çok şükür kızım bana döndü, artık hiç ayrılmayacakmış buradan. O dedi bana, kendi ağzıyla söyledi. Gidecek olsa böyle der miydi hiç?’’
Benimle değil de rüzgârla konuşur gibiydi. Tüm bunları kendinden geçmişçesine öyle bir içtenlikle anlatıyordu ki karşısında öylece ayakta durmuş, sessizce dinliyordum. Çok beklediği kızına kavuşma coşkusunu anlayabilmiştim fakat kızına, kızının gidişine dair hiçbir fikrim olmamıştı.
‘’Kızın neredeydi, neden gitmişti?’’ diye sorsam yüreğinin kabarıklığıyla saatlerce anlatacağını biliyordum. Doğrusu anlatacağı hikayeyi merak etmiyordum ve sohbetle epey zaman geçmiş olduğu için ona:
‘’Kızına kavuşmuşsun ne güzel, öyleyse gözün aydın Reyya Teyze’’ diyerek yanından uzaklaştım. Tam araca binecekken yeniden seslendi bana:
‘’Bu akşam süt sırası senin, akşam almayı sakın unutma kızım’’
Yapılacak işler sırasına süt almak da eklenmişti böylece. Alışverişi yaptıktan sonra bir arkadaşımla görüştüm. Sabahleyin Reyya Teyzeyle tuhaf karşılaşmamızı ve teyzenin coşkusunu anlattım.
Sevinçleri de coşkuları da yalın ve basit yaşar bazı insanlar. Bu basitlikte bizim bildiğimiz anlamın dışında bir şey var, birçok duygunun bileşimi olan bir şey…Kabullenişle, isyankarlık, boş vermişlikle, önemseme arasında bir duygu. Küçük yerleşim yerinde böyledir biraz hayat. Şaşırtır, bazen hayran bırakır seni. Çok önemsediğin, ciddiyetle yaklaştığın bir durum karşısında bazen öyle bir tepkiyle karşılaşırsın ki karşındaki seninle alay mı ediyor, hayatı senden daha mı fazla ciddiye alıyor arasında bir sonuca varamazsın bile.
Kısa bir sessizlikten sonra arkadaşım merakla sordu:
‘’Şu sözünü ettiğin Reyya Teyze, kızından neden ayrıymış?’’
‘’Bilmiyorum, sormadım da’’ dedim. Kendimize, kendi hayatlarımızdaki karmaşalara, koşuşturmacalara öylesine dalmıştık ki bir başkasının sevinci de üzüntüsü de bizi ilgilendirmiyordu adeta.
Öğleden sonra arkadaşımın yanından ayrılıp eve döndüğümde kendimi oldukça yorgun hissediyordum. Kanepede uzanıp biraz kitap okudum. Güneşin her batışında odanın içinde beliren ince çizgilerden anladım günün bitmeye yakın olduğunu. Bu saatler benim için en özel saatler olmuştur hep, ta çocukluğumdan beri bu saatlerde hem hüzün hem sonsuz bir dinginlik hali belirir yüreğimde. Pencereden dışarıya her baktığımda harap olmuş evin duvarları, sözcükler, imgeler, hayaller, nesneler hepsi adeta karşımda durup bana bakıyor, bana bir şeyler anlatıyor da onları dinliyorum hissiyle seyrediyorum onları. Bunu arkadaşıma söylediğimde ‘’O anlarda hayat sana doğru yürüyor, korkma bu histen, çünkü hayatın dışında değil hiçbir şey.’’ demişti. Oysa her gün batımında doğada bir ayin içinde sona varma telaşı vardı sanki.
Bir film bulup izlemeye başlıyordum ki sütü almam gerektiğini anımsadım. Hırkamı alıp hızlıca evden çıktım. Güneşin son ışıkları saçlarımda ışıldıyor, incecik bir dokunuşla tenimde ve yüzümde hissediyorum o güzelim sıcağı. Reyya Teyze sabahki neşesiyle karşıladı beni. Masanın üzerinde sipariş ettiğim süt şişesinin yanında bir de küçük şişede süt ayırmış benim için.
‘’Bu, benim istediğim de peki bu ne için?’’ dedim şaşkınlıkla.
‘’Küçük şişedeki süt senin kızın için.’’ dedi.’’
‘’Kız çocuklarının ne kadar değerli olduğunu bilir misin? ‘’dedi birden. Yüzüne baktım, güneş ışığı yüzünün bir kısmını gölgede bırakıyordu. Yüzünün ve ellerinin ifadesi bende bir duygudan bir başka duyguya anlık geçişler yaratıyordu. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum o an.
İki süt şişesini alıp tam da sütçünün evinin kapısından çıkarken gencecik güzel bir kız bana selam verip Reyya Teyzenin evinin kapısından içeri girdi. Arkama dönüp genç kıza baktım. Reyya Teyzenin sözünü ettiği kızı bu genç kız olmalı.
O an bir pişmanlık dalgası geçti içimden, ne olmuştu da gitmişti bu kız, ne olmuştu da geri dönmüştü evine? Ne yaşamış olabilir ki bu güzel kız?
Biraz yürüdükten sonra elimdeki süt şişelerini kenara bırakıp sabahleyin teyzenin oturduğu kaldırım taşında oturdum, rüzgar güllerini seyrettim.
‘’Dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer’’ dizelerini birkaç defa tekrarladım içimden. Hava kararıyordu usul usul, güneşin sıcak dokunuşunu yitiriyordum, ürperti sarıyordu içimi. Yavaşça kalkıp yürümeye devam ettim. Şu geniş sokağın en sevdiğim yanı bu işte, bu saatlerde sokakta yürürken gökyüzüne baktıkça sonsuzluk hissi doğuyordu içimde. Bir kitapta okumuştum:
‘’Hiç kimsede olmayan yıldızlara sahip ol’’ diyordu.
O an sonsuz bir erinçle bakıyorum gökyüzünde beliren yıldızlara…Hepsi benimmiş gibi.
Aradan kaç gün geçti, bilmiyorum ve hatırlamıyorum. Her şey kendi döngüsünde akıyordu.
Gecenin en güzel vaktinde kendim için özenle hazırladığım kahvemi alıp balkona çıkıyorum. Işığı yakmadan sokak lambasının aydınlattığı balkonda sessizce oturuyorum. Her şey müthiş bir dinginlikte. Karşı apartman balkonunda oturanlar olurdu ara sıra ama bu gece evlerin içindekilerden perdeye yansıyan gölgeler dışında hiç kimse yoktu. Caddeden ara sıra birileri geçiyor sadece, sokak kedilerinin savaşı duyuluyor ara sıra ve baykuş sesleri…Rüzgarsız bir gecede ağır akan bir filmin içindeymişim gibi hissediyorum.
Kulaklığı takınca bu aralar en çok dinlediğim şarkının arasında Nazım’ın sesini duyuyorum:
‘’Aynı daldaydık aynı daldaydık
Aynı daldan düşüp ayrıldık
Aramızda yüz yıllık zaman
Yol, yüz yıllık
Yüz yıldır alacakaranlıkta
Koşuyorum ardında.’’
Gecenin rengi ne kadar da güzel. Gökyüzü ne kadar güzel bu gece. Tüm dünya adeta bir arınış halindeymiş gibi. Öyle güzel bir ahengi var ki gecenin.
Yavaşça yerimden doğrularak odama geçiyorum. Güzel geceyi, şiiri, sessizliği ve günü bırakarak. Elime aldığım kitaptaki sözcüklerde duraksıyorum önce, sonra birçok perde geçiyor gözümün önünden. Sonra birden bir ses aralıyor o perdeyi. Telefon sesi mi kapı sesi mi bilemiyorum. Gecede miyim sabah mı oldu balkonda mıyım hâlâ?
Her yer sessizlikle örülü değil miydi, şimdi bu sesler de ne? Film mi açık kalmış bilgisayarda, çocuk sesi mi, kuş sesleri mi duyduğum?
Annem mi arayan? bir kadın sesi sanki, birden çok kadın sesi…
Uykum var, çok uykum var, sesleri duymamak için başımı öte yana çeviriyorum. Ses kesilir gibi oluyor. derken yine uğultu, bağırış, çığlık… belki de hepsi..
Uyumak gittikçe imkansız bir hal alıyor, içimden küfretmek geçiyor. İçimden uyumak geçiyor. Hemen dış kapıyı açıyorum. Kimse yok, ses yok, hayır ses var. Ama apartman içinden değil dışardan, aşağıdan. Sesler artıyor, uğultu halinde bazen çığlık. Bir kabus mu bu yoksa? Uyanamadım mı ben? Hızla geçen birkaç araç sesi. Daha çok küfretmek istiyorum. Sonra bir ambulans sesi. Bu defa telaşla balkona çıkıyorum, koşuyorum hatta. Balkona çıkınca dışarda ters giden bir şeyler olduğuna anlıyorum, uğultu artıyor. Kalbimin hızla çarpmasına anlam veremiyorum, ne yapmam gerektiğini düşünmeden hızla dış kapıyı açıp dışarı çıkıyorum asansörü bile bekleyecek zamanım yokmuş gibi dört kattan aşağıya koşarak iniyorum. Biri karşıma çıkıp nereye gidiyorsun dese vereceğim mantıklı bir cevabım yok. Nefes nefese kalmıştım apartman kapısından çıkarken. Saçlarım en son gördüğümde nasıldı hatırlamıyorum bile, terlikle çıkmıştım dışarı ve kızım yukarda yalnız başına uyuyor. Bunların etkilerini düşünmeyecek haldeydim, sadece koşuyorum. Kalabalığın olduğu yer, Reyya Teyzenin evi. Ne zaman toplandı bu insanlar burada?
Hemşireydi… yazık oldu…olaylara mı karışmış…daha birkaç gün önce…annesi…üniversitede…İstanbul’da… ağaç için…yirmi yaşında…
Birkaç gün önce merak etmeyip dinlemediğim kızın öyküsünü şifre ararcasına sözcüklerden topluyordum sokakta koşarken, parça parça olmuş sözcüklerden.
Reyya Teyzenin‘’Kız çocukları ne kadar değerlidir bilir misin’’ sorusu beynime balyoz gibi iniyor birden. O kapının önünde duruyorum. Nefes nefeseyim. Etraftaki kalabalık giderek artıyor. Uykuda mıyım ben hâlâ? Bunlar gerçek mi, herkes ve her şey?
Birkaç gün önce bu kapıdan çıkıp yıldızları sahiplenen ben miydim, balkondaki o sessizliğin büyüsünde şiirleri Nazım’ın sesinden dinleyen.
Yaşadığım hangi an gerçekti?
Hangisi benim yaşadığımdı?
O kızın hayatı hangi gerçekliğin hikayesiydi?
‘’Şimdi
tüm anlamlar aralıklardaydı.”