Kapitalizmin yapısal krizi ve faşist yeni rejimin halkta yeterli karşılığı bulamamasının yarattığı meşruiyet krizi iktidar koalisyonunun yönetme kapasitesini oldukça daraltmış durumda. Bu krizleri aşmak için faşizmi kurumsallaştırma hamlelerine hız vermek isteyen iktidar, ilerlemesine engel olan tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini de sindirmeye çalışıyor.
Melez bir rejimin sancılarını eriyen oylar açısından gören iktidar koalisyonu hayatımızın her alanını hukuksuz-keyfi uygulamalarla zapt etmeye ve pandemi ile derinleşen ekonomik krizi, 17 milyona varan işsiz vatandaşı, rekor seviyeleri gören döviz kurlarını, artan kadın cinayetlerini ve çocuk istismarı vakalarını “Ayasofya” şölenleri ile örtmeye çalışıyor.
Yeni rejimin inşasında dizayn edilmeye çalışılan yeni toplum erkek egemen, heteroseksist, muhafazakâr “aile” üzerine kurulmak isteniyor. Bu kodları taşıyan bir toplum inşasında kadınlara, çocuklara, LGBTİ+’lara yönelik artan saldırıların yanı sıra, son dönemde İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına yönelik tehditlerle karşı karşıyayız.
İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırılar Erdoğan’ın “İstanbul Sözleşmesi nas değildir”, “Halk isterse kaldırın” ile başlamış ve AKP Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un “İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması hataydı” sözleriyle hız kazanmıştı.
İktidar koalisyonunun siyaseti dizayn etme ve tarikatlara ön açan hamlelerinden sonra tarikatların devletin “bekası” için pastadan pay alma çalışmaları en son kendisini İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında gösterdi. Çocuk istismarı vakalarının üzerini kapatan ve hiçbir şey olmamış gibi Milli Eğitim Bakanlığı ile protokoller imzalayan Ensar Vakfı’nın dahi söyleyecek sözü vardı. Türkiye Düşünce Platformu ise uzun süren İstanbul Sözleşmesi düşmanlığından “mayın tarlasına girdiğimizi fark ettik” diyerek geri adım attı. Platform yöneticilerinden olan AKİT yazarı Abdurrahman Dilipak da iktidar koalisyonunun kadın düşmanı politikalarından güç alarak İstanbul Sözleşmesi’ni destekleyen tüm kadınlara yönelik hakaret içerikli bir yazı yazdı.
Kurumsallaştırılmaya çalışılan yeni rejimin yükselttiği erkek egemen konjonktürle kendi kitlesindeki kadınlara da had bildirme çabasında olan AKP açısından İstanbul Sözleşmesi çatlaklar yarattı. Kendi kadın kitlesini içerisinde konsolide etmeye çalıştığı KADEM’in İstanbul Sözleşmesi’ne ikircikli de olsa destek açıklamasından sonra, HAZAR ve Aile ve Sosyal Araştırmalar Platformu (ASAP) gibi muhafazakar kadınlardan oluşan kurumlardan da bol “ama, lakin, fakat” içeren destek açıklamaları geldi. Ve AKP Kadın Kolları 81 ilde eş zamanlı olarak Dilipak hakkında suç duyurusunda bulundu. AK parti kadın hareketinin feminist bir hareket olmadığının altını çizen ve Dilipak’ın itham ettiği “papatya” asla olmadığını ifade eden açıklamanın ise feminist harekette şöyle bir karşılığı var: Kadın kadındır, çiçek babandır!
AKP MYK’larından İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Tehditler
İstanbul Sözleşmesi’nin konuşulması beklenen 5 Ağustos tarihli AKP MYK toplantısı çok açık ki Türkiye’nin her yerinde kadınlar tarafından gerçekleştirilen “İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula” eylemleri ve kadın mücadelesi sonucunda ertelendi. İktidarın saldırılarına karşı her gün yerellerde eylemler, nöbetler, forumlar, broşür dağıtımları gibi birçok çalışma örgütleyen kadın hareketi İstanbul Sözleşmesi #PazarlıkKonusuDeğil diyerek alanları, sokakları, pazarları, sosyal medya mecralarını direniş alanına çevirdi.
Kadınların tepkisi ve eylemleri tüm yaratıcılığıyla artıkça AKP’li siyasetçilerin karşıt söylem alanlarının “aile” tartışmalarında tıkanıp kaldığını gördük. 13 Ağustos tarihli AKP MYK’sında Erdoğan, ” inanç ve değerler” ile bezenmiş, bol “aile” vurgulu bir konuşma yaptı. “Tercüme metinler yerine artık kendi çerçevemizi kendimiz belirlemeliyiz” diyen Erdoğan’ın açıklamasıyla beraber İstanbul Sözleşmesi’ne alternatif yol haritaları çalışmalarının sürdüğü konuşulmaya başlandı. 18 Ağustos tarihli AKP MYK’sında İstanbul Sözleşmesi’ne dair “son söz söylenecek” minvalinde yayılan haberler sonrasında ise çalışmaların devam ettiğine dair daha düşük perdeden bir açıklama gelse de, Ömer Çelik’in “kadını korumak ile aileyi korumak arasında fark görmüyoruz” tarzındaki açıklaması zaten kadınları aileden ibaret gören ve yeni rejim inşasını bu “aile” üzerine inşa etmeye çalışan erkek egemen iktidarın söylemiydi.
Bu süreçte Memur-Sen ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi tarafından ortaklaşa yapılan “Aile Kongresi”nde konuşma yapan Numan Kurtulmuş’un tek başına yaşayan insanları “sıkıntı kaynağı” olarak ifade etmesi, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin bir tanıtım toplantısında İstanbul Sözleşmesi’ni hedef alarak “Kadına şiddeti o niye engellesin, benim inancım engelliyor” , “Nikâhta keramet olduğuna inanıyoruz” şeklindeki sözleri yeni toplum inşasına yönelik hamleler olarak görülmeli.
Ama, Lakin, Fakat: Aile
Yerel yerel, ev ev emek ederek kendi çabalarıyla AKP’yi bu güne getirdiklerini açıkça ifade eden parti tabanından kadınlar, iktidar koalisyonunun kadın düşmanı politikalarından ve söylemlerinden rahatsız olsa da partinin erkek egemen kodlarına sahip çıkarak kuracağı yeni rejim ve toplum karşısında duran herkesi şeytan ilan edeceğini deneyimlediler. “AK Parti dişil bir partidir. Bu ülkede Ak Parti gelene kadar kadının adı yoktu” sözlerinin mecliste söylenmesinden 10 gün sonra Erdoğan’ın Kartal Lütfi Kırdar Şehir Hastanesi’nin açılış töreninde “Evet şöyle sembolik de olsa bayan milletvekillerimizden hiç olmazsa iki tanesini alalım” cümlesi iktidarın kadın politikalarının özeti olarak hafızalarda yer edindi bile. Fakat, ama, lakin dolu cümlelerin “böyle birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan zamanlarda” ortaya çıkması gerekiyor. Ve bu cümleler İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında en çok toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsel kimlik, cinsel yönelim, kadın erkek eşitliği ve çocuk istismarı konuşmalarında dillendiriliyor.
Eşitsiz toplumsal cinsiyet rollerine, bireylerin cinsel kimlik ve cinsel yöneliminden kaynaklı maruz kaldığı ayrımcılığa ve şiddete, çocuk istismarını evlilikler ile meşrulaştırmaya karşı önleyici politikaları hayata geçir diyen İstanbul Sözleşmesi maddeleri yeni rejimin ve toplumun inşasında en çok karşı durulan maddeler olarak tartışılıyor.
İktidar koalisyonu tarafından “aile” , “ailenin birliği ve selameti” , “gelecek nesiller” gibi kavramlar çerçevesinde ilerleyen tartışmalar heteroseksist muhafazakâr ataerkil toplum ve aile yapısına vurgu yapıyor ve hatta açıkça LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemi içeriyor. Hukuksuzluğun sistem haline getirildiği yeni rejimin inşasında İstanbul Sözleşmesi “gözden geçirilir”, “revize edilir” kısmı tam olarak buraya düşüyor. Şerh koyulamayacak maddelerden bir tanesi olan 4. Madde “temel haklar, eşitlik ve ayrımcılık yapılmaması” konusunu düzenliyor ve ‘cinsel yönelim’ ve ‘toplumsal cinsiyet kimliği’ gibi ifadeleri içeriyor. Avrupa Konseyi’ne “bu maddeler için şerh koyuyorum” diye yazılabilecek niyet mektubu bir yol haritası olarak tartışılıyor. Fakat zaten uygulanmayan 6284 sayılı Kanun’da yapılabilecek düzenlemeler ve getirilmeye çalışılan çocuk istismarını evlilikler ile meşrulaştıracak yasa tasarısı iç hukuktan doğru baskı yöntemi olarak gündemdeki yerini koruyor.
Anayasa gereği iç hukuktan üstün olan bir sözleşmeyi ve muhalefetin başını çeken kadınların mücadelesini revize edemeyeceğini gören iktidar koalisyonu ise şiddeti ve şiddet dilini yükseltmeye devam ediyor. İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da “İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula” eylemlerinde kolluk kuvvetleri tarafından darp edilen, gözaltına alınan kadınlar ve LGBTİ+’lar üzerinden gözdağı verilmek istendi.
Pandemi ile derinleşen ekonomik krizin faturası emekçilere kesilirken özellikle yine bu dönemde ve işten atılmalarla beraber eve dönüşler sonrasında kadınların ev içi emeğinin iki kat daha fazla sömürüldüğünü gördük. Patriyarkadan aldığı güç ile ev içini, aile biçimlerini şekillendirmeye çalışan her kapitalist devlet gibi Türkiye’deki iktidar koalisyonu da emek sömürüsüne hız vermiş durumda. Kutsallaştırılan “aile” kavramı hâlihazırda cinsiyetçi iş bölümlerinin dayatıldığı ve toplumsal cinsiyet rolleriyle bezenmiş bir kurum olsa da yeni rejimin ve toplumun inşasında “aile” kadını hane içine ve ev içi görünmeyen emek sömürüsüne hapsettikçe güçlenecek bir kurum olarak karşımızda duruyor.
Fakat “ailenin birliği ve selameti” içerisinde katledilen, sömürülen kadınlar, LGBTİ+’lar ve istismara uğrayan çocuklar için dinmeyen bir öfke ve durmayan bir mücadele var.
Haklarına Sahip Çıkan, Tarih Yazan Kadınlar
Çok yönlü krizler sarmalında kalan iktidar koalisyonu toplumsal dinamikleri bastırmak için ne kadar şiddete ve yasaklara başvursa da toplumda üretemediği rıza oranında hızla oy kaybı yaşıyor. Faşizmin kurumsallaştırılmasında yaşanan eriyen oylar krizi ile daha çok şiddete ve daha çok yasağa başvuruluyor. İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ile geleneksel muhafazakâr ataerkil toplum yapısının yumuşak karnı olan LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemleri, kadın ve çocuk cinayetleri daha çok artmış durumda.
Hatay’da 7 yaşında bir kız çocuğunun annesinden intikam almak için babası tarafından ağaca asılması, bir kadının evinin duvarına “Nuriye seni öldürürüm, öldürürüz, öldürtürüz” yazılması, Merve Yeşiltaş’ın üzerine benzin dökülerek katledilmesi geçtiğimiz haftalarda yaşanan şiddet olaylarının sadece en vahim olanlarından. Sistematik olarak artan kadın cinayeti, şiddet, taciz, tecavüz vakalarının tesadüf ve münferit olmadığını, uygulanmayan İstanbul Sözleşmesi’ni bir de kaldırmaya çalışan erkek egemen devlet mekanizmalarının ve iktidar koalisyonunun sebep olduğunu görecek kadar kana bulandı her yer.
İnfaz yasa tasarısı ile salıverilen kadın cinayeti ve şiddet faillerinin ve ayrıca kadın, LGBTİ+ , çocuk, doğa, hayvan düşmanlarının sırtını dayayabileceği bu hukuksuzluk iklimi imtina edilen “toplumsal cinsiyet eşitliği” kelimesi yerine getirilmeye çalışılan “toplumsal cinsiyet adaleti” kelimesi kadar tehlikeli bir hal aldı. Çünkü Şule Çet davasında ve en son #MusaOrhanTutuklansın hashtagi ile en net biçimiyle gördüğümüz şey, kadınların sosyal medyadan adalet arayışları bile TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edilen sosyal medyaya sansür yasası teklifi ile tamamen engellenmek isteniyor.
Yanında çalışan kadın çalışanının kalçasına elleyen amire “babacan tavır” diye ceza vermeyen Yargıtay kararında olduğu gibi yargıdan yasamaya her yerde olan erkek egemen zihniyet yeni toplum inşasının temelini kendi patriyarkal çıkarlarından doğru sağlama alma çabasında. Fakat hâlihazırda çürümüş olan bu temeli sarsan kadın mücadelesi meşruluğu, gücü ve inadı ile toplumsal dinamiklere örnek oluyor.
AKP’nin kurucularından olan Ayşe Böhürler’in “Kadın Hakları Vizyonu” yazısında olduğu gibi partinin ve tabanının en çok övündüğü bir dizi kurulan komisyonlar, kabul edilen kanunlar, yapılan düzenlemeler, yayımlanan genelgeler ne kadar alt alta dizilip 2003-2009 arası yaptık-ettik tablosu çıkarılmaya çalışılsa da hepsinin sonunda sorabileceğiniz “Eee sonuç?” sorusuna birçok hukuksuzluk örnekleriyle, uygulanmayan yasalarla, artan kadın ve LGBTİ+ cinayetleriyle, çocuk istismarı davalarıyla cevap verilebiliyor.
Hayatlarımız, haklarımız söz konusu iken İstanbul Sözleşmesi’nin, 6284 sayılı Kanun’un uygulanmaması ve yeni rejimin inşasında kendi ideolojik toplum formasyonu için birçok hukuksuzluğa gidilmesi zaten o komisyonların, genelgelerin, kanunların nasıl kadük hale getirildiğini gösteriyor.
Ve aslında cevabı Türkiye’nin her yerinden kadınların artan öfkesi ve yükselen örgütlü mücadelesi veriyor. Kadınlar bu cevapları renklilikleri, farklılıkları ile birlikte güçlü olarak fabrikalardan mahallelere, balkonlardan sokaklara kadar her yerde veriyorlar. Doğrusal ilerlemeci gözüken bu son 18 yıllık yaptık-ettik tarih yazımında erkeklerin, erkek egemen zihniyetin neleri yıktığını yaktığını gören ve “ARTIK YETER” diyen kadın mücadelesidir asıl tarih yazan.
Sokakları, meydanları, geceleri bekçilere, hayatımıza kast eden erkeklere, baskılarla kadınları yıldıracağını düşünen erkek egemen zihniyete terk etmeyerek, biat etmeyerek ve birleştikçe güçlenerek tarih yazıyoruz.