“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz. Üzerine her gazetede yazılabilecek terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar. Faşizm, bir erkekle bir kadın arasındaki ilişkide ilk rastlanan şeydir.”
Ingeborg Bachmann, yukarıdaki cümleleri, 1973 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşi esnasında söylüyor. “Ölüm Türleri” başlığı altında yazmayı tasarladığı romanın, tamamlayabildiği ilk ve tek bölümü olan “Malina” adlı kitabıyla ilgili bir soruya cevaben kurduğu bu cümleler, romandaki “ben” ve Ingeborg Bachmann’ın kişiliğiyle ilgili önemli ipuçları içeriyor. Bachmann, kişisel tarihim için fazlasıyla önem taşıyan bir yazar olduğundan, onunla ilgili bir yazıyı soğuk bir biyografi tarzında kaleme alamazdım. Aramızda rakamlardan, tarihten, epistemolojiden ve kronolojiden çok daha yakın bir ilişki olduğunu düşünüyorum çünkü. Benim de, tıpkı Bachmann gibi, insanların, birbirlerini ağır ağır öldürdüklerinden kuşkum yok. Ne yazsam, ne söylesem eksik kalacağını ve yazdıklarımı kesinkes beğenmeyeceğimi bilerek yazıyorum. Ezcümle bu yazı, didaktik bir metin olmayı amaçlamamaktadır.
Bir doğum tarihin varsa diri, bir ölüm tarihin varsa mecburen ölü olduğun bir dünyada, sayılarla aramın iyi olduğu sanırım söylenemez. Zira matematiği, lise birinci sınıfta bıraktım. Bachmann, sayıların kadim zamanlardan bu yana önemli olduğu bir dünyada, 1926 yılında Avusturya’da doğuyor. Bu dünyadaki yolculuğu ya da “incinmesi” savaş yıllarına denk düşüyor. Anımsayabildiği en eski anısının, Hitler’in ordularının yaşadığı şehre gelmeleri ve o anların kendisinde yarattığı korku olduğunu söylüyor. Bachmann’ın çocukluğundan itibaren tanık olmaya başladığı savaş ve savaşın etkileri, eserlerinde, söyleşilerinde muhakkak hissediliyor. Belki de dünyayla olan derdi, bu incinmeden başlıyor. Toplumu “kanlı bir arena” olarak tanımlayan Bachmann, yaşadığı süre boyunca onurlu ve güçlü bir duruş sergiliyor. Evet, Bachmann dünyayla derdi olan bir yazar. Zaten insan başka neden yazar? Ya bu dünyayla bir derdi vardır ya da aklını yitirmiştir. Belki de –çoğunlukla da- her ikisi.
Bachmann, felsefe öğrenimi görüyor ve çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerine yoğunlaştığı görülüyor. 1950 yılında “Martin Heidegger’in Varoluşçuluk Felsefesinin Eleştirel İncelemesi” adlı teziyle doktorasını veriyor. Yazarın, Frankfurt ekolüne yakın olduğu söylenebilir. Hatta 1959 yılında Frankfurt Üniversitesi’nde yeni kurulan şiir sanatı kürsüsüne doçent olarak davet edilen ilk kişi. Bachmann burada, misafir doçent olarak, şiir ve dil üzerine dersler veriyor. Edebiyatta ilk olarak radyo oyunu ve şiir türünde eserler veren Bachmann, her fırsatta, şiir okumayı sevmediğini söylüyor. Öyle ki, uzunca aralar vererek şiir yazıyor ve bu araları verdiğinde, bir daha asla şiir yazamayacağını düşünüyor. “Şiirlere bir düşmanlığım yok elbet, ama şunu düşünmelisiniz ki, insan ansızın her şeye karşı çıkabilir, her metafora, her tınıya, sözcükleri bir araya getirmeye ilişkin her türlü zorlamaya, sözcüklerle görüntülerin bu mutlak anlamda mutlu birlikteliğine karşı çıkabilir. İnsan bunun ne olduğunu, ne olması gerektiğini bir kez daha denetlemek için, bu birlikteliği boğmak isteyebilir.”
Malina ya da günlük cinayetlerin romanı
Malina ise, 1971 yılında ilk kez Frankfurt’ta yayımlanıyor. Bu roman, Bachmann’ın tüm eserlerinin bir özeti olarak düşünülebilir belki. Savaş eleştirisi, çocukluk anıları, kadının baskılanması, kadın-erkek ilişkilerindeki ikiyüzlülük, savaş sonrası toplumların durumu… Yazarın tek romanı Malina’dır. Bu sebepten, Malina’yı okumayı, erteleyebildiğim kadar erteledim. Etkisinde kalacağımı ve büyük bir iştahla okuyacağımı çok iyi biliyordum. Bu hazzı erteleyerek, tesirini daha da arttırmak istemiş olabilirim. Evet, kitabı dönüp dönüp yeniden okuyabilirdim ama belki de hiçbiri, o ilk andaki esrikliği ve büyüyü veremeyecekti. Malina, feminist bir perspektiften incelemek için oldukça harika fırsatlar sunan bir roman. İki erkekle ilişkisi olan bir kadının iç dünyasında verdiği mücadeleyi ele alan roman, Viyana’da, Macar Sokağı adındaki bir sokakta geçer. Üç kahraman da, bu sokakta yaşar. Ivan, Malina ve anlatıcı olan “ben”in, kitabın kahramanları oldukları söylenebilir. Anlatıcının şiddetli bir yoğunlukla anlam yüklediği bir erkek, yaşadığı toksik ilişki, kendi benliğinin “erkek” tarafı, çocukluğunda babasıyla olan ilişkisi, aşka atfettiği anlam, kendi dehlizlerinde kaybolup durması, ruhsal bunalımı… Bunların hiçbiri şüphesiz ki hiçbir okura –özellikle kadınlara- yabancı gelecek şeyler olmayacaktır. Romanda “ben” anlatıcının tutkuyla sevdiği Ivan ile ilgili kesitlerde verdiği tepkiler, onun çok sağlıklı olmayan ruhsal durumuna da bir göndermedir. Anlatıcının, romanın kahramanları olan iki erkekle kurduğu ve yürütmeye çalıştığı ilişki hem farklı hem de zorlayıcıdır. “Ivan ve ben, bir noktada birleşen dünya. Malina ve ben, ikimiz bir olduğumuz için aykırılaşan dünya.”
Bachmann, bir röportajında, kitabın erkek kahramanı Ivan hakkında “Ivan son derece normal bir erkektir ve erkeklerin çoğu da Ivan gibidir,” der. Gerçekten de Ivan son derece “normaldir” çünkü günümüzde pek çok Ivan’la karşılaşmamız muhtemeldir. Sadece kendi istediği zaman gelen, sınırları kendi belirleyen, karşısındaki kadının yaptıklarını önemsemeyen, hissettiklerini alaycılıkla küçümseyen ama bunu büyük bir ustalıkla ve fark ettirmeden yapabilen çok becerikli Ivanlar… Etrafımız onlarla çevrili. Ve Bachmann aynı röportajında, Ivan ile ilgili konuşmaya şöyle devam eder: “Telefonun çalması kadın için olağanüstü bir olayken, Ivan için yalnızca birisinin telefon etmesidir, o kadar.” Anlatıcı, romanda pek çok bölümde telefonun başında Ivan’ın telefon etmesini bekler. Onunla iletişiminin büyük bir bölümünü telefon konuşmaları kapsar çünkü. Bu telefon konuşmalarının teması genellikle, buluşmak için Ivan’ın zamanının olup olmadığıdır. Anlatıcının hayatı Ivan’la öylesine kaplıdır ki, onun telefon numarasını ezbere bilmeyi bile bir mutluluk sebebi görür. Satranç oynamayı sevmediği halde Ivan mutlu olduğu için onunla satranç oynar. Ivan’a olan tutkusu ve bağlılığı, anlatıcıya ilişkide söz hakkı tanımaz. Onlar, hiçbir şekilde ortak bir karar almazlar, geleceğe dair plan yapmazlar, özellikle Ivan kendi kişisel hayatından vazgeçmek istemez, anlatıcının isteklerini bilmez hatta onun isteklerinin ne olduğuyla ilgilenmez.
Anlatıcının Malina olan ilişkisi ise Ivan’la olan ilişkisinden daha farklı ve sakindir. İlişkileri anlamını yitirmiştir ve bu yüzden bir rutine dönmüştür. Zira anlatıcının Ivan’a duyduğu tutkudan, Malina ile olan ilişkisinde eser yoktur. İlk okumaya başladığımızda fark edemesek de, Malina’nın, anlatıcının “hayali erkek tarafı” olduğunu anlamamız çok da üzün sürmez. Anlatıcı, Ivan ile kadınlığını yaşatmak isterken, Malina ile erkek tarafını ayakta tutmaya çalışır. Yer yer bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı roman, anlatıcının depresyonunu okura cesurca ve dürüstçe yansıtır. Bu romanı, özellikle kadınların mutlaka okuması gerektiğini düşündüm hep çünkü faşizm gerçekten de, kadın ve erkek arasındaki ilişkide rastlanan ilk şey.
Malina üzerine belki de sayfalarca yazabilir, gecelerce konuşabilirim. Çünkü Ingeborg Bachmann denilince aklıma direkt olarak bu muhteşem başyapıt ve Bachmann’ın, bir televizyon kanalında kendisiyle yapılan röportajda Malina’dan bahsederken söylediği o cümleler ve sonrasında yere indirdiği bakışları gelir. “Erkekler, umarsız hastalardır. Hepsi”
Yazıyla uğraşan insanların en çok karşılaştığı sorulardan biri genellikle, “yaşanmadan yazılır mı, yazılmaz mı” olur. Bachmann, “eliniz yanmamışsa, bunun üzerine yazamazsınız,” der. “Ve ben yalnızca, benim yazmaktan hoşlanacak olduğum cümleleri kullanırım. Yanmış elimle ateşin doğası üzerine yazıyorum. Çünkü insan elini yakmadan bu konuda yazamaz.”
Ve pek çoklarına göre, Bachmann’ın tarzı oldukça kasvetli, karanlıktır. Bu tarza ve dolayısıyla durum anlatılarına, önemsiz ve kolaycılık gözüyle bakıldığı doğrudur. Belki de anlatacak çok heyecanlı bir “olay” bulmak, gün içinde karşılaştığımız ve bizi biz yapan acılarımızı, ajitasyona kaçmadan, tüm duruluğu ve gerçekliğiyle, etkileyici ve rahatsız edici bir biçimde gözler önüne sermekten çok daha risksiz bir iştir. Bachmann’a göre “yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek olamaz. Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır. Çünkü hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir.”
Bachmann, ne yazık ki Malina’nın devamını getiremez. Yaşamayı çok sevdiği şehir olan Roma’da, 1973 yılında, aşırı dozda uyku ilacı aldıktan sonra elindeki sigarayla uyuyakalmasının ardından çıkan yangında ölür. Yaşarken ve dahası yazarken ateşle öylesine hemhaldir ki, ölümüne sebep olan şey yine ateşin kendisi olur. Bu ölüm tarihi, rakamları, resmi başlangıçları ve bitişleri pek de umursamayan benim gibiler için oldukça önemsizdir. Onun yeri bende daimidir. Bachmann’dan yeni şeyler öğrenmeye, onunla tutkuyu, karanlığı, güzel bir cümle okumanın zevkini, yaşam denen o korkunç incinmeyi paylaşmaya devam ediyorum. Tıpkı onun söylemiş olduğu gibi, susturulmak istemiyorum. Belki savaşçı bir yapıda olduğum bile söylenebilir. Her şeyden önemlisi ise, huzur içinde çalışmak istiyorum. Kimilerinin karamsarlık diye nitelendirdiği, küçümsediği, esasında gerçekçilikten başka bir şey değil çünkü. Nihayetinde bütün hazların istediği, mütemadiyen sonsuzluktur.
*İtalik yazılan kısımlar, Ahmet Cemal’in çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan Bu Tufandan Sonra adlı Ingeborg Bachmann seçkisinden alıntılanmıştır.