Geçen haftalarda Mor Dayanışma Sanat Komisyonu olarak Tiyatro Pera’nın 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyunu Sen Hamlet Değilsin’i izledik. Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği ve oynadığı oyun, festivalin “Bu İşte Bir Kadın Var” seçkisinde sunuldu.

Sen Hamlet Değilsin, hem çok tipik hem de çok sıra dışı bir aile hikayesi. Bu aile, 68 kuşağından hippi bir anne, yüksek zekalı ancak sosyal anksiyeteye sahip kızı ve oyuncu olmak isterken bir türlü başarılı olamayan idealist oğlundan oluşuyor. Üç karakter de oyunun başında çok keskin çizgilerle yazılmış diyaloglarla karşımıza çıkıyor.

Oyun ilerledikçe üç karakterin birbirleriyle olan çarpık ilişkileri ve iletişimsizlikleri üzerinden aile, toplum, cinsiyet gibi kavramlar yeniden sorgulanıyor. Ailenin duygusal bir bağ mı, bir sorumluluk mu, yoksa bir zorunluluk mu olduğu soruları birer birer ortaya atılıyor ve oyun, bu soruları yanıtlamadan sona ererek seyirciyi bu kavramları yeniden düşünmeye sevk ediyor.

Oyunun Shakespeare trajedilerine belki de en çok benzeyen yanı, üç karakterin de çok idealist ve kesin olmaları. Bu noktada fazla ‘tipleştirildiklerini’ bile söyleyebilirim. Anne Leyla ‘çiçek çocuk’ kültürünü iliklerine kadar benimsemiş ve her anını böyle yaşıyor; matematik konusunda bir süper zeka olan Lerzan hayatındaki her şeyi soyut formüllerle açıklarken somut yakınlaşmalardan hep uzak duruyor, Taylan ise ailenin ‘ayakları yere basan’, mantıklı ve toparlayıcı kişisi olarak çizilirken annesiyle Ödipal denilebilecek bir sevgi-nefret ilişkisi üzerinden betimleniyor. Ancak bir yandan, üç karakter de gerçek hayattan çok uzakta olduklarının ve birbirlerini hiç anlamadıklarının farkındalar. Kendi karikatürleştirilmelerinin dışında kalmak istiyor gibiler, fakat oyun bu isteği ne yeterince vurguluyor ne de bir sonuca bağlıyor.

Oyundaki tek erkek karakterin hem küskün ve zayıf hem de ailenin tek kurtarıcısı gibi çizilmesi benim için oyundaki en rahatsız edici nokta oldu. Oyun Leyla ve Lerzan’ı çeşitli kadınlık halleri ve bazen aşırıya kaçan duygusal dalgalanmalarla resmederken oyunun metni bizi Taylan’dan yana taraf tutmaya, onun iki kadını da ‘sakinleştirmesini’ ve ‘toparlamasını’ beklemeye itiyor. Bu sırada, daha önce belirttiğim tipleştirme; Leyla’nın son derece histerik, Lerzan’ın ise zeka ve yeteneklerine rağmen kendi kararlarını vermekten yoksun olmasıyla tekrarlanıyor. Hamlet metniyle paralellik kuran anne-oğul ilişkisi birden oyunun asıl meselesi haline gelirken anne-kızın arasındaki ilişki çok da anlaşılmadan geçiliyor. Annenin kızına karşı duyduğu sevgi-kayıtsızlık hali yeterince gerekçelendirilmeden ortaya atılıveriyor. İki kadının birbiriyle açıkça konuştuğu, birbirlerini anlamaya çalıştığı hiçbir alan yok.

Oyunun sonunda, Leyla Taylan’a “sen Hamlet değilsin!” diye haykırırken sanki baştan beri sorulması gereken şu soru gölgede kalıyor: “Neden seni Hamlet olmadığına ikna etmek zorundayım?” Hayatı etrafımızdaki erkekler üzerinden anlamlandırmanın zamanı çoktan geçmedi mi? Etrafımızdaki erkekleri Shakespearevari başroller olmadıklarına ikna etmek yerine kendimizi hayatımızın karar vericisi, toparlayıcısı, başrolü yapsak her şey daha güzel olmaz mı?

Fotoğraf: İKSV

en_GB