Mor Dayanışma İzmir İl Meclisi olarak ekim ayında düzenlediğimiz Mor Masa Buluşmaları’nda Şiddet Sarmalında Kolektif Güçlenme hakkında konuştuk. Yoksulluk, şiddet, geleceksizlik, savaş, cinsel yönelim, kimlik sorunları, görünmeyen emek gibi her biri birbirinden çetin sorunlar karşısında bireysel olanla kolektif olanın diyalektiği içerisinde kurtuluşumuzu nasıl kolektifleştirebileceğimizin imkânlarını aradık.

Şiddet nedir?

Savaşların gündemi beslediği, kapitalizmin ve erkekliğin derin krizleri içerisinde kadınlar olarak çoğu zaman bir çıkmazda olduğumuzu, bir şeyleri değiştirmeye gücümüzün olmadığını, böyle gelmiş böyle gideceğini düşünüyoruz. “Biz kadınlar rakamdan ibaret değiliz!” diye sesimizi yükseltirken kadın cinayetlerinin artışı ve vahşeti karşısında çoğu zaman hem yalnız hem de çaresiz hissediyoruz. Bizleri şiddet sarmalına alan erkek şiddetinin, baskısının içerisinde de böyle düşünmemiz aslında oldukça doğal.  Ruhumuz sanki bir kadın mezarlığı gibi… Erkeklerin öldürdüğü tüm kadınların acısını içimizde duyuyoruz.

Her gün boyutunu kestiremediğimiz, şiddetin türlü biçimlerine uyanıyoruz. Taciz, tecavüz, ölüm, baskı, cinayet, çürüme, işkence… Pek çok açıdan tüm bunların sadece bu döneme özgü olmadığını ama bir yandan da bu dönemin özgünlüğünü taşıdığını biliyoruz. Şiddet hem sistemle hem de içinde yaşadığımız ülkeyle çok yakından ilişkili.

Şiddeti ele alırken hangi köklerden beslendiği, nerelerden geçip bugüne geldiğini görmek ne yaşadığımızı anlamak bakımından önem taşıyor. Bizler kadın olduğumuzu fark ettiğimiz aynı anda erkek egemenliği gerçekliğini de görüyoruz. Bin yıllara dayanan köklü bir sistemin içerisinde ve karşısında buluyoruz kendimizi. İşte bu erkek egemen sistem sayesinde erkekler, şiddet eylemlerinin tümünü yapabiliyorlar. Erkek şiddetinin çokluğuna ve çeşitliliğine baktığımızda şiddet eylemlerinin sona ermesi için somut müdahaleler gerekiyor. Kadınların içine düştüğü bu şiddet döngüsünde sistemlerin işbirliği var, daha doğrusu iç içeliği var. Patriyarka, kapitalizm, savaşlar, içinden geçtiğimiz faşistleşme süreci bu şiddet sarmalını derinleştiren bileşenler olarak karşımıza çıkıyor. Bu bileşenler, şiddet sarmalını derinleştirdiği gibi birbirini de güçlendiriyor. 

Faşizmin, erkeklerin kadınlar üzerindeki binlerce yıllık egemenlik pratiklerini kendi çarkına katması sürpriz değil. Çünkü tüm sistemler, kendinden önceki sistemlerin hiyerarşisinden beslenir, faydalanır. Kapitalizm doğarken kendinden önce var olan patriyarkanın kendine has hiyerarşik anlayışını sahiplendi ve onu kullandı. Benzer bir şeyi, bir baskı rejimi olan faşizm için de söyleyebiliyoruz. Bugün bu ülkede faşist bir sistemin kurulması ve işleyebilmesi için erkeklerin tam bir egemenliğe sahip olması, sermayenin işçi sınıfı üzerinde daha güçlü bir tahakküm kurması gerekiyor. Bu yüzden sistemin aileyi güçlendirmeye ihtiyacı var. Çünkü sistem, çekirdekteki yapıyı ne kadar güçlü tutarsa baskıyı o kadar güçlendirebilir. Bu sebeple faşist sistemlerin ilk müdahale ettiği, baskı altına almaya çalıştığı yer, kadınların toplumdaki konumu oluyor. Geleneksel aile kurumunun güçlendirilmesi, anneliğin yüceltilmesi gibi toplumun bir kesiminin güçlendirildiği, bir kesiminin güçsüz bırakıldığı bir sistemde faşizm hem toplumsallaşmış hem de siyasallaşmış oluyor. Bu yüzden faşizmin kurumsallaştığı Türkiye gibi ülkelerde de hem kadına hem çocuğa hem hayvana yönelen şiddet cezasız bırakılıyor. Şiddet toplumsallaşıyor, normalleşiyor ve kanıksanıyor. Sistemin güçlendiği yer, kalbi burası. Dolayısıyla tüm şiddet olaylarının cezasızlık politikalarıyla perçinlenmesinin faşist bir sistemin güçlendirilmesine hizmet ettiğini görüyoruz.

Toplumun sinir uçlarına dokunan kadın, çocuk, hayvan cinayetlerinin ardında patriyarkanın diğer sistemlerle işbirliği içinde olduğu tespitini de yapmamız gerekiyor. Erkek şiddetinin önünü açan da kurumsallaşmış, siyasallaşmış bir gücün varlığı. Erkekler, patriyarkayı koruyan ve yeniden üreten sistemin duvarına yaslanıyor. İşte biz kadınlar olarak tüm bu sistemlerin merkezinde duran gücü iyi bilmeli ve tanımalıyız. Dahası böyle bir güce karşı savaşabilmek için bizim de bir güce sahip olmamız gerekir. 

Sistem bizim sadece olayları görmemizi ve olayların içinde kaybolmamızı istiyor

Günlük yaşamımızda bombardıman hâlinde helen şiddet olayları içerisinde travmatize olurken gündemi takip etme gücünü çoğu zaman kendimizde bulamıyoruz. Doğal bir dürtüyle, akıl sağlığımızı korumak için çareyi haberlerden uzak durmakta buluyoruz. İçimizde yükselen öfke, çaresizlik duygusuyla birleşip bize acı vermeye başlıyor. Günlük yaşamdaki bu şiddet olayları tıpkı yüzeydeki dalgalar gibidir. Şiddetin her yönüyle arttığı zamanlarda bizler olayların içinde kayboluyoruz. Bu olayları yaratan olguları görmeye başladığımızda, yani olayların sistemsel, politik yanlarını görmeye başladığımızda ise olaylar bizim için sadece olay olmaktan çıkıyor. Olayların içinden çıktığı sistemleri görmek bizleri, hiçbir olayın münferit olarak ele alınamayacağı gerçeğiyle buluşturuyor. Yani aslında bir şeyin nasıl çalıştığını bilmediğimizde onunla nasıl baş edeceğimizi de bilemeyiz; o şeyin karşısında küçülür, korkarız. Bir şeyin nasıl çalıştığını, gücünü nelerden aldığını, ne kadar güçlenebileceğini bildiğimizde ise onun zayıflıklarını ve nasıl çözülebileceğini de anlayabiliriz. Bizleri, kadınları şiddet sarmalından çıkaracak olan mücadeledir. Mücadele etmemiz gereken şey de bu olayların ardındaki sistemlerdir. Sık sık çoğumuzun hissettiği gibi bir felaketler dönemine aslında sıkışıp kalmadık. Uzun süre ve dikkatli bakarsak karanlıkta bile görebilir, karanlığın içindekileri seçebiliriz. 

Uzun süre bakarsak katilin tek bir erkek olmadığını hepimiz görebiliriz

Küçücük bir köyde 8 yaşındaki bir çocuğun ölümünün günlerce saklanabilmesi tek bir katilin “marifeti” değil. Narin’in katledilmesi gibi hepimizi derinden etkileyen toplumsal travmalarda, içimize dolan öfkeyle çoğu zaman moralsizlik, çaresizlik, ümitsizlik, kaygı gibi duygular arasında savruluyoruz. Bu savrulmayı durdurarak öfkeyi doğru yere yöneltecek ve aynı zamanda bu travmalarla baş etmemizi sağlayacak tek şey, güçlü kolektif zeminler kurmaktan geçiyor. Örgütlü mücadele, kolektif zeminleri oluşturmanın anahtarıdır. Bu zeminler bize, üzerinde güçlenebileceğimiz alanlar yaratırken ümitsizliğe düşmemizi engeller, üzerinde yeşerebileceğimiz toprağı besler. Hepimiz kendi özgünlüğümüzü taşırız, hepimizin zorluklardan etkilenme ve zorluklarla baş etme kapasitesi birbirimizden farklıdır. Bireysel ve kolektif güçlenmenin diyalektiği içerisinde; bireyin topluma/kolektife, kolektifin/toplumun bireye katkısı ve ihtiyacı olduğunu görmek, biz kadınların, ezilenlerin, yoksulların kurtuluş reçetesi. Salt bireysel iyilik hâlimizle sistemsel yüklerin altından kalkmak mümkün değil. Toplumsal sorunların çözümü, kadınların erkek egemen sistemdeki sorunlarının çözümü iç dünyamızda değil. Bireyi sadece mutlu olmanın önemli olduğuna inandıran kapitalizmin mutluluk enstitüsü, bireylerin tekil olarak iyileşmesiyle toplumsal sorunların çözülebileceği illüzyonunu da yaratıyor. Çareyi bireysel çözümlerde aramamızı salık verenlerin hiç söylemediği, ancak bizler için en temel, hayatî bilgi, insan toplumsal bir varlıktır ve kendini toplumsallık içerisinde inşa eder. İnsan, kendi anlamını ilişkilerinin içinde bulur. Topluluk olma kültürünü güçlendirecek ve birbirimize güvenimizi tazeleyecek olanları, kolektif alanlarımızın çeşitliliği ve güçlülüğünde bulacağız.  

Örgütlü bir yapıyı ören kadınların her biri güçlenmenin yanı sıra büyük bir güce dönüşür

Kapımızı daha sıkı kapatarak, savaşlar yokmuş gibi davranarak, yoksulluğu kanıksayarak, haberlere bakmayarak baş edebileceğimiz bir gerçekliğin içinde değiliz. İnsan izole olarak kendini güçlendirebilecek bir canlı olmadığı gibi ancak çeşitli denklemlere girerek güçlenebilir. Tıpkı kadınların özneleşme mücadelesi gibi. Kendi kadınlıklarımızı, birey hallerimizi kolektif yapıların içerisinde keşfederken bir yandan da kadın mücadelesini güçlendiriyoruz, hem kendimiz hem de diğer kadınlar için sorumluluk alıyoruz. Örgütlü bir yapıyı ören kadınların her biri güçlenmenin yanı sıra büyük bir güce dönüşür. Kadınlar olarak dışlandığımız her alandan sistemin içine girmeye mecburuz. Örgütlü mücadeleye giren kadınlar, tüm alanlarda bir güce dönüşebileceği iddiasını da taşımış olur. İşte bu gerçekliği görerek elimizden alınan umudu yeniden geri kazanabiliriz. Şiddet döngüsünün merkezindeki bu gücü kırabilmemiz için somut bir güce ihtiyacımız var. Erkek egemen sistemin kadınlar üzerindeki baskısıyla mücadele etmek de kadınların örgütlü gücünden geçiyor. Bir şeyi devirebilmek, ona güç uygulamakla mümkün ise yaşamın her alanında örgütlenmiş, siyasallaşmış, diğer sistemlerin müttefiki olan patriyarkayı da ancak kadınların örgütlü gücü devirebilir. 

*Bu yazı, kolektif bir şekilde kaleme alınmıştır.

Kapak resmi Filistinli sanatçı Malak Mattar’a aittir.

en_GB