“Nereden başlasam? Bomboş bir sayfaya bakarak defalarca sordum bu soruyu kendime. Kitabı yazmaya girişmemi sağlayacak ve tüm şüpheleri tek bir hamlede alıp götürecek o cümleyi, o tek bir cümleyi –bir nevi anahtarı– bulmak zorundaydım sanki.”

Annie Ernaux, Nobel Konuşması, 2022

Her şey, yazar arkadaşım Şengül Can’ın Annie Ernaux’yu kadınlarla konuşma isteğiyle başladı. Aslında okuduğum bir yazar olmasına rağmen, bunca zaman neden üstüne düşmediğime şaşırdım. Eserlerinin yanı sıra, ne bulduysam araştırmaya giriştim. Hâlbuki Ernaux’nun kendisini başkasının anlatmasına hiç gerek yoktu. Nobel konuşmasında da belirttiği gibi eserlerini “Halkımın intikamını almak için” yazıyordu Ernaux. Okuyarak, yazarak, anlatarak sınıfının intikamını alacaktı, annesi ise sınıf atlaması için okumasını istiyordu kızının… Oldu da aslında. Ernaux üst sınıftan bir evlilik yaptı, çocukluğundan itibaren yaşadığı her şeyi, toplumsal belleğimizde sadece burjuva sınıfına dair yaşantılar kalmasın diye, işçi sınıfının yaşamını tüm çıplaklığıyla anlattı eserlerinde.

Kendi hayatını, deneyimlerini toplumsal olanla birleştirip, olanı olduğu gibi yansıtarak aktarırken yine kendi deyimiyle anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer vermiyor.”

Ernaux, 1940 yılında Fransa’da işçi sınıfından bir ailede dünyaya geliyor. Ailesi, tıpkı diğer yoksul aileler gibi, kendi tabiriyle kaba saba, estetikten, soyut düşünceden yoksun ve sadece “çalışmak” temelinde bir yaşamı hayal edebilen bir anne-baba… Ernaux ise edebiyatla yolu kesiştiği küçük yaşlardan itibaren düşünsel anlamda bu duruma uyum sağlayamıyor ve kaçışı yine edebiyatta buluyor, daha sonra edebiyat öğretmeni olarak da ilk somut sınıf atlayışını gerçekleştiriyor. Burjuva bir aileden gelen eşiyle de bu sınıf atlama taçlanmış oluyor! Bu taçlanma durumu Ernaux’yu beklediğinin aksine rahatsız ediyor, Bourdieu etkisiyle aslında “sınıf atlama”nın paradan başka boyutları da olduğuyla yüzleşiyor ve burjuva yaşamı içerisindeki “makbul” davranışları da gözlemlemeye başlıyor. Bir tür farkındalık ve sorgulama… Tabii kendi kişisel hayatında tüm bunlar olurken Fransa’daki toplumsal gelişmeleri de eserlerinde anlatmayı es geçmiyor. Hatta kürtaj konusunu işleyiş biçimi dönemine göre ve hatta şimdiye göre dahi oldukça iddialı diyebiliriz. Kendi hayatını, deneyimlerini toplumsal olanla birleştirip, olanı olduğu gibi yansıtarak aktarırken yine kendi deyimiyle anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer vermiyor.

Hakkında yazmak da konuşmak da aslında zor bir deneyim bir yandan… Eserlerinin hangi yönünü anlatsam, konuşsam diğerini eksik bırakmanın kaygısı beliriyor içimde. Bu yüzden, tıpkı onun nereden başlayacağını bilemediği gibi, ben de bu satırları yazmaya nereden başlayacağımı uzunca düşündüm. Kadın olma, sınıf meselesi, toplumsal bellek hatta belki abartıp Freudyen çıkarımlar bile yapabilirdim! Fakat ona ihanet etmeden, tıpkı onun seçtiği gibi, sınıf meselesini temele alıp bu sınıfın içerisindeki bir alt sınıf olan kadınlara vurgu yapmak sanırım en doğrusu.

Mor Dayanışma’da kadınlarla Ernaux hakkında ilk kez konuştuktan sonra aslında şaşkındım. 2024 Marmara Bölgesi Yaz Kampı’nda farklı yaşlardan, farklı hayatların içinden gelen pek çok kadın; farklı bir coğrafyadan, farklı bir dilden, farklı bir kadını öylesine anlıyorduk ki zamanın, mekânın ötesine geçen bir deneyime dönüştü söyleşi. Kürtaj hakkı, aşk, işçilikten esnaflığa geçmiş bir ailede, alt sınıftan insanların yaşadığı bir mahallede büyüyen bir genç kızdan okuyarak ama çok okuyarak sınıfını değiştirebileceğini zanneden bir kadına dönüşmek ama sonra aslında o sınıfın sadece satın alabildiklerinden ibaret olmadığını anlamak ve öfkelenmek…

Tüm bunların sahiciliğinin yüzümüze çarpmasının ve deneyimimizin mekânın, coğrafyanın, dilin ötesine geçmesinin yegâne sebebi kuşkusuz içinde yaşadığımız “patriyarkal kapitalist sistem”di. Ernaux’nun annesi de korkuyordu Ernaux’nun evlenmeden hamile kalmasından, kürtaj meselesi hakkında Fransa’da da erkekler konuşuyordu mecliste ve sokakta, orada da mahalle baskısı her şeyden önde geliyordu kadın için, yıkadığı çamaşırların beyazlık seviyesine dertlenmek zorunda kalıyordu kadın orada da ama neşesi de benziyordu bizim neşemize, öfkesi de.

Mor Dayanışma Kadıköy derneğimizde Ernaux’nun “Babamın Yeri” kitabını beraber okumaya başladık. Ernaux’nun geçmişiyle hesaplaşmasını kurguya dayandırmadan yazdığı ve “oto-sosyo-biyografi” olarak adlandırabileceğimiz ilk eseriydi bu. Sonrasında yazdığı tüm eserleri kendisine has bu yöntemle yazdı Ernaux. Normalde planımızda iki hafta konuşmak varken o incecik kitapta kendi hayatlarımıza dair öyle çarpıcı detaylarla karşılaştık ki oturumlarımızı dörde çıkardık. Ernaux üzerinden yaşadığımız bu deneyimin hem bana hem de katılan diğer kadınlara pek çok yönüyle dokunduğuna neredeyse eminim. (Kendileri adına konuştuğum için af diliyorum.) Bireysel tüm farklılıklarımıza rağmen aynılığımız hem geldiğimiz sınıf hem de kadın olmamızla ilgiliydi çoğu zaman.

O ‘biz’ küçük kasabalarda, büyük kentlerin küçük mahallelerinde, emeği ile hayatta kalmaya çalışan, kapitalizmin büyük krizlerinde en çok bedel ödeyen işçi sınıfı elbette. Hayatı belli sınırlar içerisine hapsedilmiş ve gittikçe daraltılan, sermaye daha çok büyüsün diye hakları sürekli kırpılan, kültürsüzlükle itham edilen, mülksüzleştirilen, insanca yaşam sürmenin ne olduğunu düşünmesine bile fırsat verilmeyen, kanaat etmesi öğütlenen ve bazen de romantize edilen bir ‘tür’

Edebiyatın ve sanatın bir dönem nasıl da yüzyıllarca sadece burjuva yaşamını anlattığını ve bizim de edebiyatın anlattığı hayatı “bizden başka herkesin hayatı” sandığımızı Ernaux sayesinde bir kere daha anladığımızı düşünüyorum. Peki, bu “biz” kimdi? Babamın Yeri’nde şöyle diyordu Ernaux “Artık çoğunlukla “biz” diyorum, çünkü çok uzun bir süre ben de bu şekilde düşündüm ve ne zamandan beri böyle düşünmeyi bıraktığımı bilmiyorum.” O “biz” küçük kasabalarda, büyük kentlerin küçük mahallelerinde, emeği ile hayatta kalmaya çalışan, kapitalizmin büyük krizlerinde en çok bedel ödeyen işçi sınıfı elbette. Hayatı belli sınırlar içerisine hapsedilmiş ve gittikçe daraltılan, sermaye daha çok büyüsün diye hakları sürekli kırpılan, kültürsüzlükle itham edilen, mülksüzleştirilen, insanca yaşam sürmenin ne olduğunu düşünmesine bile fırsat verilmeyen, kanaat etmesi öğütlenen ve bazen de romantize edilen bir “tür”. Ernaux bunu Babamın Yeri’nde şöyle ifade ediyor: “Bir gün öğretmenlerimden biri geçerken uğradığında, evin ne kadar güzel olduğunu, tam bir Normandiya evi olduğunu söyledi. Babam nezaketen öyle dediğini sandı. Bahçedeki su pompasına, Normandiya tarzı dış cepheye, eski şeylerimize hayranlık duyanların, kendi sahip oldukları o modern şeylere, mutfak musluğundan akan suya, bembeyaz bir binaya sahip olmamıza mani olmak istediklerine emindi.” Ernaux, babasını anlattığı bu romanda, babasının politik bir bakışa sahip olmadığını da yer yer belirtiyor. Hatta işçilik dönemlerinde üstleri tarafından sevilen bir emekçi olduğundan bahsediyor. Fakat alıntıdan da anlayabileceğimiz üzere Ernaux’nun babası aslında çoğu şeyin farkında, çünkü yaşamın gerçekliği bu…Bizler de Mor Dayanışma olarak yaptığımız mahalle çalışmalarında kadınlardan benzer sözleri defalarca duymuşuzdur. “Birileri” derler, bir eli yağda bir eli balda “kral gibi” yaşarken “bizler” karnımızı doyurmak için sürünüyoruz. 

Özetlemem gerekirse, yazdan bu yana üzerinde derinlemesine ve paylaşımlı olarak konuştuğumuz Ernaux ve eserleri, gerek kadınların deneyimleri gerek toplumsal hafıza gerekse yaşanan tüm toplumsal süreçlerde aslında toplumun çoğunluğunu oluşturan ve edebi eserlerde sadece bir fon olarak kullanılan işçilerin yaşamına tutulan güçlü bir ışık ve bu ışığın bizi aydınlatmasıyla “biz”ler de kız kardeşlerimizle beraber bizi karanlığa sıkıştırmaya çalıştıkları yerden birbirimize ışık olup yolumuzu aydınlatacağız. İşçi kadınlar, ev içi emeği görünmeyen kadınlar, şiddete, her türlü sömürüye bile isteye maruz bırakılan kadınlar, bedeni hakkında kendisi hariç herkesin konuştuğu kadınlar… Biz bu sistemin stepnesi, stres topu, sömürüleni olmayı reddediyoruz! 

Yaşasın kadın dayanışmamız!

en_GB