“Devam et lütfen.”

Aslında devam edebilirim ama etmiyorum. Böyle havalarda su yeşili bir bluz giymek epey yanlış bir tercih. Koltukaltlarının neredeyse tamamı ter izi. Koyu renk bir bluz giyseydi yine terlerdi ama en azından ben görmezdim. Kadının parmakları küt, elleri çirkin. Tek problemi su yeşili bluzundaki ter izi değil yani. Ben olsam mütemadiyen siyah eldivenler giyerdim ve bunu yadırgayanlara, kraliyet ailesinden olduğumu söylerdim. Ama ellerim güzel. Önündeki kağıda bir şeyler yazıyor, yazdıklarını da karalıyor. Üstünü çizdiği cümleleri önüme katıp yürümeye başlıyorum. Bu yürüyüşte, bu mevsimde açmaz denilen bütün çiçekler açıveriyor. Kokuları, akla asla ter kokusunu getirmiyor. Benim de üstüm enikonu çizili sayılır. Hayır. Elbette ki pişman değilim. Ben, nasıl davranmam gerekiyorsa öyle davrandım. Birinin ölmesi, onu mükemmel kılmaz. Öyle bir kaide varsa ben öleyim! Çıkar şu ter basmış bluzunu da, lime lime edip kendimi şu tavandan sallandırayım! Olur mu öyle şey? Pek tabii olmaz. Ölüm, bizi kusursuz kılmaz. Yoksa vallahi de ilk ben ölürdüm. Kusurlarla ilgili çözemediğim problemlerim var. Onlardan da şimdi mi bahsedeyim yoksa başka bir ter izinde mi buluşalım? Perde, pencereye sıkışmış. Beni bir yastan kurtarmaya çalışacağına şu perdeyi kurtar, bluzunu kurtar, ellerini kurtar… Yas, çok büyük bir kelime. Onun hakkında böyle uluorta konuşamazsın. Sanki arkadaşlarınla beş çayındasın. Hem pasaklı, hem densiz. Bir yası zamanında tutmazsan, o senin zaman mefhumunu yok eder. Bu yaprak sarmalar da ne kadar lezzetli, çayla da çok güzel gidiyor diye düşünürken sen, birden ağlamaya başlayabilirsin mesela. Zamanında tutulmamış bir yas, her mutluluğa noktayı koyan olmak ister. Sonunu kendin yazamadığın bir hayatı yaşasan ne olur, yaşamasan ne olur?

“Ellerini ve zihnini neden bu kadar çok yoruyorsun? Buna bir kaçış yöntemi diyebilir miyiz?”

Eskiden annem, ablamla beni her on günde bir aynı semte götürürdü. Önce bize oradaki butiklerden elbiseler alırdı. Sonra dondurma, kışsa sıcak çikolata. Acıkınca, o meşhur kebapçıda fındık lahmacun yerdik. Ablam ve ben birer tane, annem ise iki tane. O zamanlar et yiyebiliyordum. Hayvan hakları, insan hakları böyle şeyler umurumda bile değildi. Umursadığım tek şey, annemin parıl parıl parlayan güzelliğiydi. Yemeğimizi yedikten sonra hep aynı pasaja giderdik. Bizi mutlu etmenin ardından mutlu olma sırası anneme geçerdi çünkü. Annem, kendisine hep aynı dükkandan kitaplar alırdı. Ablam, dükkan sahibi adama öldürecekmiş gibi bakardı. Çünkü adam, aleni bir şekilde anneme yazılırdı. Ben de fark ederdim bunu ama rahatsız olmazdım. Aksine, hoşuma bile giderdi zira herkesin hayranlıkla baktığı kadın benim annemdi. Büyüyünce koltuğu devralacaktım yani. Diyorum size, ölüm insanı mükemmel kılsaydı vallahi de billahi de ilk ben ölürdüm. O gece bir türlü uyuyamamıştım. Hangi gece mi? Bunun ne gibi bir önemi var ki şimdi? Salona gittim. Annem, o gün aldığı kitapları kurcalıyordu. Kucağına oturdum. “Kızım sen niye böylesin?” diye sordu bana. Cevap isteyen bir soru değildi bu. Öfkeli, sitemkar ya da hüzünlü bir tona da bürünmemişti. Tam tersi, böylesin ve iyi ki de böylesin, tadında çıkmıştı ağızdan. O cümle ayaklandı, salonun ortasına dikildi. Elime aldım, evirdim çevirdim ve içimde bir yere yerleştirdim. Bazı cümleler ayaklanıyordu ve annem çok güzel gülüyordu. Su yeşili bir bluz giyse bile hiç terlemiyordu. Elindeki kitabın bir sayfasında durakladı. “Bunlar senin olsun,” dedi. Elleri eldivensizdi çünkü güzeldi ve annem, kraliyet ailesi mensubu değildi. Okudu sonra;

onun bedeni bir tımarhane

içinde çok işçi, deli ve çalışkan!*

Ben de böyle oldum işte. Bazen, seçme şansın olmuyor. Tabii çabalıyorsun. Sırf böyle sizin sorduğunuz gibi aptalca sorulara maruz kalmamak için hep iyi görünmeye çalışıyorsun. Ben de çabaladım ve bu kez oldu zannettim çünkü uzaktan bakılınca mükemmel bir ekibe benziyorduk. Kadınları kurtaracaktık ve bu sebepten mükemmel görünmemiz gerekiyordu. Kahramanlar her daim fiyakalı görünmekle yükümlüdür. Ama dikkatinizi çekerim, “onları” kurtaracaktık çünkü bizim hayatlarımız şahaneydi. Biz kurtulmuştuk. Ta ki biri çıkıp da o sihirli cümleleri kurana kadar: Evli kaldığım her gün dayak yedim. Cümleler yeniden ayaklandı, sınıfın ortasına dikildi. Hiçbirini de alıp, içime koyasım gelmedi. Herkes bir şeyler anlatmaya başladı. Biri sırrını ortalığa saçınca diğerleri de saçacak cüreti bulur, bunu da not edebilirsiniz. Sıra bana geldi. “Seviştikten sonra fotoğraflarımı çekmek istiyor,” dedim. “Hep ama.” “İzin verme sen de, bir şeyler yap o zaman,” dediler. “Haklısınız,” dedim. Halbuki bu hoşuma gidiyor. Zaten evimin duvarları çıplak bedenimle dolu. Ama bir anda mağdur olmuştuk ve benim de bu mağduriyete muhakkak ki katılmam icap ediyordu. Baktım, sınıfın ortasına dikilen cümleleri herkes alıp bir yerlere yerleştiriyor. Ben de hikayeler uydurmaya başladım. “Daha durun canım, o da bir şey mi ki,” dedim. Dayak yedim, istemediğim şeylere zorlandım, o her acıyı çekip de katiyen yıkılmayan kadınların vakur suretlerine büründüm. Neticede poz vermeyi seviyordum. Ama bu da olmadı. O lanet olası yas, fotoğrafta tam en güzel çıkacağım esnada gelip böğrüme zıpladı.

Huriye teyze olsa yüzüme bakar, bir şeyler mırıldanır ve kuşkusuz beni bir parça da olsa daha iyi hissettirirdi. Pejmürde ruhlara şifa için birebirdi. Bir gün buyurgan bir sesle “sağ elini uzat” dedi. Sanki bütün ömrüm boyunca bu emri beklemişim de sonunda muradıma ermişim gibi kuzu kuzu uzatıverdim. Avuç içime baktı. Bakarken, gözlerini bir kere bile kırpmadı. “Senin hayat çizgin uzun ama kendine kastın da nasıl heybetli… Böyle giderse gamdan erkenden geberirsin,” dedi. Sonra da biraz evvel tek bir solukta beni erkenden geberten kendisi değil de bir başkasıymış gibi ayaklandı, şifa bulmak için kapısına gelen hastaların bacaklarına sülükler salmak üzere evine gitti. Giderken eteklerini topladı ama altına geçirdiği basmanın çiçekleri, onunla böyle sağa sola savrulmaktan pek de hoşnut değillerdi. “Ne yapacaksın bacım, bu kocakarı da böyle işte. Atsan atılmıyor, satsan satılmıyor,” dediler bana giderken. Huriye teyze tüm karanlığını, kasvetini, ölü soğukluğunu, sabah ayazını ve solmuş çiçeklerini alıp gittikten sonra havada hala tek bir kelime asılıydı: Geberirsin. İnsanlar, ölüm hakkında konuşmayı ne çok seviyor. Huriye teyze korkutucuydu çünkü dokunuşları ve mırıltıları, insanların hayatlarında irili ya da ufaklı mutlaka bir şeyleri değiştirirdi. Geceleri evinden, kimsenin anlamlandıramadığı sesler yükselirdi. Kimi bağıra bağıra ağladığını kimi ise bağır çağır güldüğünü iddia ederdi. Ama Huriye teyze geceleri kırık mutfak camının önünde ağlıyor mu gülüyor mu, kimse bilmezdi. Kocası, Huriye teyzeden çok korktuğunu, aslında kadınlığın baştan ayağa korkutucu bir şey olduğunu söylerdi. “Oğlum,” derdi herkesin birbirini çok iyi tanıdığı, henüz taranmamış o mahalle kahvesindeki oyun arkadaşına, “her ay düzenli olarak kanayan ama ölmeyen bir mahluktan nasıl korkulmaz ki!” Recep amca, o el de kaybederdi. Huriye teyze ise o esnada, bahçesindeki mis kokulu güllerin dikenlerini yerdi.

****

zaman kaybetmeden ilaç tedavisine başlamak gerekiyor bu niye durup durup koltukaltlarıma bakıyor kulağında ve algılamada bir problem olabilir çünkü sürekli efendim ya da anlamadım diyor ve geç cevap veriyor gerçeküstü şeyler anlatıyor kelimelerle kafayı bozmuş anlattığı insanların çoğunu uyduruyor olabilir ilacın dozunu yavaş yavaş arttırabiliriz ha bu arada bahsettiği sülük tedavisi gerçekten işe yarayan bir yöntem sanırım karnım acıkıyor her gün ne yiyeceğimi düşünmekten bir de bu delileri dinlemekten bıktım usandım keşke bir on beş yıl öncesine dönüp de üniversite tercihlerinde ilk sıraya mühendisliği yazsaydım

*Nilgün Marmara, Beden

Yazar