Depremin üzerinden iki yıl geçti. Antakya’dan kaleme aldığım bu yazı yalnızca tarihe not düşsün diye değil, daha ilk aylardan normalleşme naraları atanları ifşadır da.
Normalleşme naraları atılıyor ama biliyoruz ki, ülkede normali kaybedeli çok oldu. Depremin henüz ilk aylarında, insanlar kayıplarını dahi bulamamışken, “Her şey normale döndü” diyenler sahneye çıkmıştı. Oysa normal diye bir şey yoktu. İki yılın ardından hâlâ yok.
İktidar, elbette şaşırtmadı. Depremin hemen ardından planlar yapılmış, kentin yeniden inşası için kim, nereden, nasıl pay alacak hesabı çoktan bitmişti. 2023’ün ilk aylarında Dikmece başta olmak üzere tarım ve zeytinlik arazilerine “acele kamulaştırma” adı altında el konuldu. Daha enkaz bile kaldırılmadan, şehrin yağmalanması için düğmeye basılmıştı.
Zeytinlikler yok edilirken, halkın en büyük geçim kaynaklarından biri olan zeytin üretimi de baltalanıyordu. Ama halk direndi. Dikmece’de örgütlenen köylüler, doğalarına, emeklerine sahip çıkarken, karşılarında devletin zor gücünü buldular: Tomalar, coplar, biber gazları… Hukuki mücadele devam ederken, sahada da direniş sürdü.
Yeni Rant Felaketi: Rezerv Alan Yasası
Dikmece’de tarım alanlarına saldırı sürerken, kent halkını bekleyen başka bir felaket vardı: 6306 sayılı Rezerv Alan Yasası. Deprem sonrası orta ve az hasarlı binaların güçlendirilmesi teşvik edilirken halk, elinde ne var ne yoksa evini güçlendirmeye harcadı. Ancak kısa süre sonra kentin birçok bölgesi “rezerv alan” ilan edildi. Kapılara yapıştırılan bir tebligatla, insanlardan evlerini boşaltmaları istendi. Bakanlığa itiraz edenler ise “itiraz yolu yok” yanıtını aldı. Evlerinden çıkmayı reddedenlere karşı kolluk gücüyle tahliye tehdidi yasada açıkça yer alıyordu. Halka kentin yeniden inşasına dair hiçbir söz hakkı tanımamak da sürecin fiiliyatında zaten vardı. Bu süreç, başta Gazi ve Akevler, Gültepe mahallelerinde büyük tepkilere yol açtı. Kent hakkı savunucuları, hukukçular, sosyalistler, feministler, kente sahip çıkmak isteyen halkla toplantılar düzenlendi, hukuk yoluna başvuruldu. Yıkımları önlemek için mahallelerde nöbetler başlatıldı. Ardından Ürgenpaşa, Gazi, Odabaşı, Gündüz, Samandağ ,Defne ve Turunçlu mahallelerinde rezerv alan ilanıyla benzer süreçler yaşandı. Direniş büyüdü, kitleselleşti.
Mahkemeler, yürütmeyi durdurma kararları verse de iktidar bunu tanımadı. Mahallelerden usulsüzce karot örnekleri alındı, evlerin boşaltılması için baskılar arttı. Hukuksuzluğu hukuk hâline getiren bir çete düzeniyle karşı karşıyaydık.
Şehrin Yağmalanması: Beton Santralleri, Taş Ocakları ve Ekolojik Yıkım
Acele kamulaştırmalar, düşük bedelli el koymalar, zeytin ağaçlarının kesilmesi, halkın geçim kaynaklarının yok edilmesi… Ama saldırılar bunlarla sınırlı kalmadı.
Depremden sonrası konut ihtiyacı bahane edilerek açılan taş ocakları ve beton santralleriyle barınma kadar önemli temiz hava, temiz su, temiz gıda hakkı da hiçe sayıldı. Samandağ’da kaçak beton santraline karşı belediye yıkım kararı verirken mahkeme yürütmeyi durdurma verdi. Armutlu’da, Serinyol’da yaşam alanlarına yakın açılmak istenen beton santralleri protesto edilerek durduruldu. Valilik, çevresel etkileriyle ilgili (ÇED) rapor alınmasına bile gerek görmedi. Halkın sağlığı hiçe sayıldı. Ancak çevre örgütleri ve halkın başlattığı hukuki mücadele sonucunda, mahkeme bu kararı iptal etti. Rant uğruna var olan yerlerden beton taşımak yerine yaşam alanlarına yakın yerlerde kurulmak istenen santrallere karşı halk ”Havama Suyuma Mahalleme Dokunma’’ diyerek karşı çıkmaya devam ediyor.
Bu topyekün saldırılar sermayeye rant yanında, kentin özgün yapısına da darbedir. Burada yaşayan özellikle Arap Alevi halkının sahip olduğu kadim komünal değerleri, halkların, inanışların bir aradalığını, özellikle Gezi’yle de simgeleşmiş direnişin, ortaklaşmanın yani kentin hafızasına da darbedir. Halkın, bu hafızayla, kendi topraklarıyla bağını koparmak, göçe zorlamak bu yıkımın diğer yüzü. Depremden sonra bunu açıkça gördük. Dolayısıyla direnişin mücadelenin bir yönü de bu değerlere, kentin bu yapısına da sahip çıkmak aslında.
Direnişin En Ön Safında Kadınlar Vardı
Tüm bu süreçte direnişin ön saflarında kadınlar yer aldı. Dikmece direnişiyle öncüleşen kadınlar, zeytine doğaya barınma hakkına sahip çıkmıştı çıkmaya devam ediyor. Deprem sonrası çadır ve konteynerlere sıkıştırılan kadınlar, barınma, sağlık hizmetleri, hukuk desteği, güvenlik, ulaşım gibi temel haklara erişim için mücadele içinde.
Yine deprem sonrası belirsizlik, güvencesizlik ve göç baskısı, kadınların daha da fazla ezilmesine yol açtı. Güvencesiz işlere zorlanma, artan ev (çadır, konteyner) içi şiddet, temel hizmetlere erişememe de artarak devam etti.Deprem felaketinin en ağır yükü yine kadınların omuzlarındaydı.
Ama kadınlar sessiz kalmadılar. Depremden sonra kadınların direnişi daha da güçlendi. Biz Mor Dayanışma olarak daha depremin ilk gününden kurduğumuz kadın çadırlarından, konteynerlere; sonrasında kurduğumuz derneklerde, mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev mücadeleyi büyütmeye devam ediyoruz. Kadınlar hukuk, barınma, sağlık, güvenlik hakları için, kentlerine sahip çıkmak için örgütlenmeye devam ediyorlar.
Rezerv alan ve istimlak toplantılarında, mücadele süreçlerinde insanların, özellikle de kadınların isyanına, mücadelesine, umuduna tanık olduk. Dikmece’de evlerde de direniş çadırında da dönüşümlü nöbetle, dayanışmayla yeni bir direniş deneyimini ortaya koymuşlardı kadınlar. Bu deneyimle kendilerini yeniden keşfettiklerini anlatmıştı. Bunlardan biri de Meryem’in hikâyesi. Mahallesinden hiç çıkmamış bir kadının, bir direnişin öncülerinden olmasını mahallede örgütlenmeyi nasıl üstlendiğini gördük. Suphiye Abla, yıllardır hiç muhalif olmamış, gündelik yaşamını sürdüren biriyken rezerve karşı ilk mahalle toplantımızda “ölürüm de evimi vermem, bu toprakları terk etmem gelsinler’’ diyerek mülksüzleştirmeye karşı haklı öfkesini dile getirmişti. Ne yapacağız, nasıl yapacağız derken mahalledeki mücadelenin öncülük sinyallerini de veriyordu. Öyle oldu da, dava süreçleri için ev ev gezme, insanları toplantılara çağırma, dernekleşme süreçlerinde öncüydü. Sonra başka mahallede yapılan bir eylemde karşılaştım öfkeyle kararlılıkla “Burayı terk etmiyoruz!” diye bağırıyordu. Suphiye abla artık sadece kendi mahallesi için değil, başka mahallelerdeki direnişlere de omuz veren, yürüyüşlere katılan bir mücadele insanına dönüşmüştü. Ve yalnızca o değil, birçok kadın.. Rezerv direnişlerinde hep önde bir kartona yazdığı “Yuvama Dokunma” döviziyle yalnızca kendi mahallesi değil, nerede toplantı eylem varsa en önde olan Nadiye abla..
Felaketin ardından kendilerine biçilmek istenen edilgen rolü reddedip, bu kentin yeniden inşasında söz sahibi olmak isteyen kadınlarla beraber, üzerimizdeki gölgeyi kaldırmaya kararlı bir mücadele ile bir kez daha sesleniyoruz: GİTMEDİK BURADAYIZ!
Kent Bizim, Mücadele Bizim!
Felaketin ikinci yılını geride bırakırken halkın direnişi sürüyor. “Şehrin yeniden inşasında biz de varız!” diyenler, mahallelerde, tarlalarda, hukuk mücadelesinde ve sokaklarda seslerini yükseltmeye devam ediyor.
Bu mücadele, sadece Antakya’nın değil, yağmalanan, rant uğruna yok edilen tüm kentlerin mücadelesidir. Normalleşme söylemlerine rağmen, halk sessiz kalmıyor. Çünkü rantla büyüyen felakete karşı, mücadeleyi büyütmekten başka bir yol yok!
*Kapak Fotoğrafı: Kazım Kızıl