Pandemi koşulları fırsat bilinerek uygulanan politikalar, hem insanlar üzerindeki baskı ve şiddeti hem de doğa üzerindeki talanı arttırdı. Türkiye’de koronavirüs sürecinde pek çok yerde sokağa çıkma yasakları uygulanırken, bu durumdan istifade edilerek ekolojik tahribata yol açan çeşitli projeler (Salda Gölü kumullarının taşınması, birçok yerde HES, RES ve JES’ler için acele kamulaştırma yapılması) alelacele uygulamaya konuldu. [1] İktidarın rant için ormanları yok etmesi, havayı ve suyu zehirleyip toprağı verimsiz hale getirmesi, canlıların hayatını hiçe sayması; o bölgelerde ikamet edip geçimini sağlayan halkı açlığa terk etmesi aslında yeni değil. Fakat son dönemde hem Türkiye’de hem de dünyada, doğanın sermaye odaklı tahribatı artmıştır. Bu durumdan en büyük zararı görenler özellikle kadınlar olmuştur. 

Öyle ki, yapılan birçok çalışma da ekolojik krize ve iklim krizine bağlı gerçekleşen çevresel sorunlardan en çok kadınların etkilendiğini göstermiştir. Kadınlar tüm dünyada, ekolojik yıkıma karşı 1970’lerden beri seslerini çıkarıp aktif bir şekilde direnmektedirler. Bu amaçla bir araya gelen kadınlar, sadece doğa için değil, kendi yaşamları için de mücadele etmektedirler. Türkiye’de de bunun birçok örneğini yaşadık. Cerattepe’de maden inşaatına karşı direnişte, devlet şiddetine karşı kadınlar en ön saflardaydı. Bu eylemle birlikte kadınlar daha çok sokağa çıkarak ve geri planda kalmayarak kendi sözlerini ortaya koydular. Benzer şekilde, Gerze’li kadınlar termik santrale karşı gece gündüz nöbetteydiler. Kirazliyayla’da madene karşı kadınların öncülüğünde başlayan direniş sonucu, eyleme katılan kadınlar jandarma tarafından evlerine kadar takip edilip gözaltına alındılar. Ülkenin birçok yerinde yapılmak istenen HES’lere karşı, yine kadınlar mücadeleyi birlikte örgütlediler ve bir anlamda devletin şiddetine karşı birlikte direndiler.

Neden kadınlar hep önde direniyorlar?

Peki, kadınlar bu direnişte neden ön saftalar? Çünkü, toprağın verimsiz hale gelmesiyle tarım yapılamıyor, su kaynakları kirleniyor ve kimi yerlerde de göçe zorlanarak aileleriyle birlikte yerlerinden ediliyorlar. Madencilik faaliyeti yapılan bölgelerde, tarım alanları ve yeraltı suları kirleniyor. Yaratılan bu kirlilik, bölgede çeşitli hastalıkların oluşmasına da neden oluyor.  Aynı şekilde termik ve hidroelektrik santrallerin yapım aşamalarında da çeşitli hastalıklar, erozyon ve sel oluşumunda artış, toprakların verimliliğinin düşmesi gibi sorunlar baş gösteriyor. Sosyal ve ekonomik konumları nedeniyle yaşam şartları zaten zor olan kadınlar, zorunlu göç ve artan yoksullukla beraber toplumsal baskıya ve erkek şiddetine daha açık hale geliyorlar. Tarlalarda çalışmaktan aile bireylerinin beslenme ve bakımına kadar tüm iş yükünün sorumluluğunun kadınların üzerinde olması da, yaşam alanlarındaki bu krizden daha çok etkilenmelerine sebep oluyor. Yapılan çalışmalar da ekolojik baskının arttığı yerlerde kadına yönelik şiddet ve istismar olaylarının arttığını göstermiştir. 

İktidarın, bu sistematik yıkım politikalarının sebep olduğu şeyler sadece yaşam alanlarının talan edilmesiyle sınırlı kalmıyor ve beraberinde ciddi bir ekolojik tahribata da yol açıyor.  Yine bu politikalar, bölgedeki canlı yaşamı hiçe saymanın yanı sıra Hasankeyf ve Ilısu Barajı örneklerinde açıkça görüldüğü üzere, toplumsal ve tarihsel belleği de yerle bir ediyor. Batman’da bulunan Hasankeyf 12 bin yıllık tarihiyle, zengin bir kültürel birikime sahiptir. Bu birikimin yok edilmesi, bir nevi ‘’belleksizleştirmeye’’ ve ‘’yersiz yurtsuzlaştırmaya’’ yol açmaktadır. İktidar erkleri ve işbirlikçi sermayedarlar, kolektif hafızayı yok edip insanları köklerinden kopararak, bir bakıma onları kendilerine ait olmayan bir hayatı yaşamaya mecbur bırakmaktadırlar.  Hafıza, unutmaya karşı bir direniş biçimidir. Bu direnişi yok etmeye çalışan iktidarın Hasankeyf’te yaptığı yıkım çalışmalarına, tarihsel değerlerin nesneleştirilerek nasıl değersizleştirildiğine tanıklık ettik hepimiz. Ama öte yandan bu faaliyetler süslenip, manipüle edilerek orada yapılan kıyım unutturulmaya çalışılıyor. Hasankeyf’in “yeni” yüzü söylemiyle ziyarete sunuluyor. Bunca yıllık tarihsel dokunun üzerine beton dökerek, kendi çarpık ‘’kültür’’ algılarını dayatmaya çalışıyorlar.

Kadın mücadelesi mi çevre mücadelesi mi?

 Artan betonlaşma faaliyetleri, özellikle kadınların doğayla olan bağlarını kopararak bilgi birikimlerini de işlevsiz hale getiriyor. Örneğin betonlaşmanın kentlerdeki kadar yoğun olmadığı yerlerde, kadınlar bölgenin toprağını, bitki örtüsünü daha iyi tanıyor ve doğayla kurdukları ilişkiyi koparmayarak bilgi birikimlerini kullanabiliyorlar. Tohumları nasıl toplayacakları ve nasıl muhafaza edip, ekimini yapacakları bilgisine en çok onlar sahip. Bu nedenden olsa gerek, eskiden anneler kızlarının çeyizlerine, muhtaç olmadan yaşamlarını sürdürebilsinler diye, çoraplar içinde tohum bırakırlarmış.[2] Kadınlar tohumu koruduklarında çeşitliliği de korumuş olurlar. Fakat günümüzde Tarım Kanunu’yla beraber, biyoçeşitliliğin ticarileştirilmesi ve biyoteknolojik yollarla çeşitli ıslah metotlarının kullanılması sağlanarak, sermayeye tohum üzerinde sınırsız haklar sunuluyor. Bu durum koruma adı altında, hem biyolojik çeşitliliğe zarar veriyor hem de üreticinin elindeki tohumları alma hakkına sahip oluyorlar.

Eski zamanlardan beri otları daha iyi tanıyan ve hangi hastalıklara iyi geldiği bilgisine sahip olan kadınlar, bu bilgilerini birbirilerine çağlar boyu aktarmışlardır.  Ataerkil zihniyet tarafından şeytanlaştırılarak büyücükle suçlanan şifacı kadınlar, planlı ve örgütlü bir şekilde yapılan cadı avlarıyla çeşitli işkencelere maruz bırakılmış ve toplumsal statüleri ellerinden alınmaya çalışılmıştır. Günümüzde de patriyarkal politikalarla örtük bir şekilde devam eden bu zihniyet, kadınların doğaya ait bilgilerini elinden alıyor ve aralarındaki dayanışmayı sona erdirmeye çalışıyor. Öte yandan cadılaştırma politikası sadece şifacı kadınları değil, dönemin ahlaki kurallarına uymayan tüm kadınları hedef almıştır. Cadı avlarıyla, kadına dair olan her şeye müdahale edilerek, erkek egemen zihniyetin ihtiyaçlarına indirgenen bir kadın algısı yaratılmaya çalışılmıştır. Belleğin yok edilmeye çalışılmasının bir diğer biçimini de cadılığın, nesneleştirilerek tüketim kültürü tarafından malzeme edilmesiyle cadı avlarının tarihsel öneminin unutturulması çabasında görüyoruz. [3,4]

Kadınların, doğa yıkımına bunca tepki göstermeleri sadece/basitçe doğaya erkeklerden daha “yakın” oldukları için değildir. Kadınların ‘doğası gereği’ doğaya daha yakın olduklarının söylenmesi ve bu nedenle daha barışçıl ya da yapıcı olduklarının vurgulanması tehlikelidir. Çünkü bu şekilde, erkek egemen zihniyetin yarattığı yıkım ve savaşlar olağanlaştırılmaktadır. Kadınlar ve erkekler arasında yaratılan bu ayrım, toplumsal bir inşadır. İnsanlar da diğer tüm canlılar gibi doğanın bir parçasıdırlar. Fakat, yaşanan ekolojik yıkımlar sonucu ilk olarak kadınların maruz kaldığı eşitsizlik derinleşmektedir. Yani, kadınlar bu mücadelede, hayatlarına doğrudan değen bir yerden hareket ediyorlar. Yaşam alanlarının özgürleşmesi için bir araya gelen kadınlar, aynı zamanda kendi özgürlük mücadeleleri için de direnmeye başlıyorlar. Üstün Bilgen Reinart’ın Bergama’daki mücadeleyi anlattığı kitabında konuştuğu kadınlar, direnişin kendilerini nasıl değiştirip dönüştürdüğünü de anlatmışlar.  Direniş pratiğinde, susmamayı ve korkmamayı öğrendiklerini belirtip birbirlerine daha çok bağlandıklarını ifade etmişler. [5]

Tüm bu nedenlerle, ekolojik perspektifin feminist teori ve pratik içerisinde yer alması oldukça önemlidir. Çünkü, doğanın sömürüsü ve kadınlar üzerinde kurulan tahakküm arasında bir bağ bulunmaktadır. Patriyarkal kapitalist politikalar, doğayı sömürülecek bedava bir kaynak olarak görürler. Aynı zihniyet, kadın emeğini de bedenini de kendi gücünün istikrarı için kullanmaktadır. Doğa ve kadın üzerindeki bu baskının niteliğini anlamak, bu zihniyetle mücadelede çok önemlidir. Bu nedenle, kadın mücadelesi ile ekoloji hareketi birlikte örgütlenmelidir. Kadın mücadelesinin yer almadığı bir ekoloji hareketi eksik kalacaktır. Öte yandan kapsayıcı, insan merkezli olmayan ve ekoloji temelli bir feminizmi konuşmanın gerekliliği de gün geçtikçe artmaktadır. 

[1] https://yesilgazete.org/blog/2020/05/04/koronavirus-salgini-firsat-bilinerek-gerceklestirilen-54-ekolojik-yikim/

[2] https://youtu.be/fGcuOCpjNl8

[3] Federici, S. Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar. İstanbul: Otonom.

[4] https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2019/03/28/cadilastirma-politikasi-kadinlar-ve-bellek/

[5]  Reinart, Ü.B. (2003).  Biz Toprağı Bilirik! Bergama Köylüleri Anlatıyor. İstanbul: Metis.