Yazar: Rojda Aksoy

Henüz lisede okurken parmağıma takılan çirkin altın yüzükten bugüne epey zaman geçti. O günlerde evliliğin ne olduğunu henüz kavrayamamış ve bunu yoksulluktan kurtulma reçetesi olarak bana sunan ailemin ikna çalışmaları karşısında teslim bayrağını çekmiştim. Sonra bu müessesenin hiç bana göre olmadığını kısa sürede anlamış ve binbir zorlukla, her türlü şiddete rağmen gemi yola çıkmadan karaya atlamayı başarmıştım. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, heteroseksüel bireylere bir ayrıcalık olarak sunulan evlilik kurumunun kapısından girmeye bu sefer ben çok hevesliydim. Sevdiğim insan tarafından onaylanmanın, sevilmenin, kabul edilmenin en üst mertebesi değil miydi sonuçta evlenmek? Bu sorunun cevabı nedir bilemiyorum ama ben partnerime bu konuyu açtığımda herkesin evliliğe bu kadar da sıcak bakmadığını tekrar görmüş oldum. Kendisinin mantıklı açıklamaları, benim kırılan duygularımdan dolayı kapattığım kapılardan olsa gerek bana pek ulaşmadı.

Evlilik hakkında yazmaya karar verdikten sonra şunu farkettim; benim bu konuya dair net bir fikrim yok. Bazen bir kişi ile karşılıklı özveri ve sevgi ile bir yaşam alanı kurmak, hayatta birbirimize destek olmak, kaos içinde savrulan gündelik hayatın gürültüsünden kaçarak bir sığınak inşa etmek fikri bana çok makul geliyor. Ayrıca feodal bağlarını bugüne kadar taşıyan ailemin yargılayıcı tavırlarından kurtulmak, ekonomik olarak dayanışma içinde olmak, duygusal yönden tatmin olabilmek gibi gibi olumlu anlamları da var çünkü bir ‘’yuva’’ kurabilmenin. Evlenme fikrinin bu çeldirici yönleri buraya yazdıklarımdan daha da fazla olabiliyor kişinin sosyal ve ekonomik aidiyetlerine göre. Geleneksel bir ailede büyümüş yumuşak başlı ve kuralları takip etmeyi daha kolay bulan hemcinslerim için romantik bir evlilik fikri gerçekten de bir kurtuluş olarak bütün parlaklığı ile belirebilir ama maalesef hayatta böyle kestirme yolların olmadığını, iki insanın hayatına beraber devam etmesinin hiç de göründüğü kadar kolay olmadığını görmek yine en çok biz kadınları etkiliyor. Hayal ettiği gibi bir masalın içinde yaşamayacağını farkeden kadınların karşısında pek de seçenek yok. Boşanıp toplum tarafından damgalanmak da, susup türlü şekildeki şiddet biçimlerine maruz kalmak da oldukça zor durumlar. Şiddetten anlaşılanın sadece fiziksel olması da oldukça yaygın. Duygusal, ekonomik, cinsel şiddet türleri pek de konuşulmayan, görmezden gelinen gerçekler. Bu saydığım şiddet biçimlerine sistematik olarak sadece kadınların maruz kaldığını belirtmeme gerek bile yok.

Bunca olumsuz yanına rağmen evliliğin hala hayatın bu kadar merkezinde olmasının sebeplerinden biri de ‘’romantik’’ boyutu olsa gerek. Bizi kayıtsız şartsız tüm benliğimizle kabul edecek, hayatın tüm zorluklarının üstesinden beraber gelebileceğimize inandığımız, mutlu bir hayat kurarak kendimizi gerçekleştirebileceğimize inandığımız bir ‘’eş’’ fikri kulağa oldukça çekici geliyor, kabul etmek lazım. Hele de bu romantik düşünceler toplumsal ve ekonomik baskının bu kadar yoğun olduğu bu ülkede iyice çeldirici, baştan çıkarıcı bir biçime bürünüyor…

Erkek egemen zihniyetin, toplum baskısının, patronların sömürüsünün hayatımızın merkezinde olduğunu göz önünde bulunduracak olursak şu sorulara cevabımız ne olacak peki;

Kendimizi ne kadar tanıyoruz ve nasıl bir beraberlik istediğimizden ne kadar eminiz?

Arzularımızı, hayallerimizi gerçekten özgür irademiz ile biz mi belirliyoruz?

Bir başkasını ne kadar tanıyabiliyoruz ve kendimize yabancılaştığımız böylesi bir zamanda o başkasını tanıyabilmek ne kadar mümkün?

Bu ve benzeri sorularla yüzleşmeden, arzularımızı, hayallerimizi, doğru bildiklerimizi sorgulamaya cesaret etmeden bir başkasıyla yaşayacağımız mutlu masallara inanmak en çok da kendimizden ve gerçeklerden kaçmak anlamına geliyor olabilir. Delpy’deki Apollo Tapınağı’na kendini tanı diye yazmak ne kadar kolaydı bilemiyorum ama bugün binlerce yıl sonra yaşadığımız bu kapitalist çağda kendimizi bilmek, tanımak oldukça zor. Kendimizle yüzleşmeden ve bizi bize yabancılaştıran bu sisteme itiraz etmeden mutlu mesut bir beraberlik yaşama hayali sanırım hep hüsranla bitmeye mahkum olacak. 

Erkek egemen sistemin içinde yaşadığımızı ve bu sistemin farklı roller aracılığıyla cinsiyetleri şekillendirdiğini de hatırlayacak olursak bir başka gerçeklik daha çıkıyor karşımıza; erkeklerin toplumsal alanda daha avantajlı olduğu ve birçok ayrıcalığa da sahip olduğu bu patriyarkal sistemde kadınların ve erkeklerin kendileri ve ötekiyle yüzleşebilmesi benzer şekilde gerçekleşebilir mi? Şüphesiz erkeklerin kendilerine açılan ayrıcalıklı alandan feragat etmesi ciddi bir çabayı ve bilinci gerektirir. Zaten dönüp toplumsal alana göz attığımızda cis-hetero erkeklerin kendilerine ayrılan alanda gayet mutlu mesut olduğunu ve bunu değiştirmeye de pek niyetli olmadıklarını görebiliriz. Evlilikte, ilişkilerde, akademi ve iş hayatında, sokakta yani hayatın aktığı her yerde bizden çok daha önde olan ve bu konumlarına da ayrıcalıklarına dayanarak sahip olan erkeklerin kendisini tanımak için de, eşit bir ilişki kurabilmek içinde pek aceleleri olmayacağını tahmin etmek zor değil. Bu, işin patriyarkal sistemle alakalı kısmıydı. Bir de bu sistemle iç içe geçmiş, kaynaşmış kapitalist sistemin bize ve ilişkilenme biçimlerimize etkisi var.

Sadece hayatlarımızı sürdürebilmek için gece gündüz çalıştığımız böyle bir sistemde kendimizi tanımak oldukça lüks geliyor kulağa. Aslında ‘’kişisel gelişim’’ adı altında yazılan ve pazarlanan sonsuz sayıdaki kitap, bunu kısa ve ucuz yoldan yapmayı vaat ediyor ama oluşturdukları çöplükten bahsetmeye gerek bile görmüyorum. Fakat diğer yandan bu konuda bu kadar fazla yazılması, çizilmesi konunun çok fazla insanın ilgisini çektiğini gösteriyor en basit haliyle. Birkaç best-seller kişisel gelişim kitabı okuyup değişmeyi, kendini gerçekleştirmeyi düşünenlere kötü haberi vermeye dilim varmıyor ama söylemeden de geçemeyeceğim; o işler pek öyle kolay olmuyor… 

Kültürel olarak üzerimize yapışan bazı davranış ve inanışları değiştirmek, kendimizle en uygun ilişkiyi kurmak, kendimizi gerçekleştirmek ve mutlu bir beraberlik kurmak için başvurabileceğimiz çeşitli terapi biçimleri var bir de ve uzun bir süre devam ettirdiğinizde bazı değişimlerin mümkün olduğu söyleniyor ama aylık maaşınız  x3 asgari ücret değilse o iş de epey zor. 

Aslında tüm bunların dışında gayet kolay ve ulaşılabilir bir yol daha var ama nedense(?) hak ettiği kadar ilgi görmüyor; kendimizi değiştirmemiz , dönüştürmemiz ancak içinde yaşadığımız ve bizi esir etmiş bu düzene karşı mücadele etmekle ve onu değiştirmekle mümkün olabilir. Böyle yazınca ya da seslendirince kulağa bazen garip geliyor çünkü yakın bir zamanda gerçekleşebileceğine dair pek bir inancımız yok. Çünkü genellikle yaşanacak değişiklikler bir anda olsun, uğruna emek verdiğimiz şeyler hemencecik karşımızda belirsin istiyoruz. Mutlu bir beraberlik kurarken de benzer bir eğilim var sanırım; aşık olup evlenelim ve hayatımız adeta bir sihirli değnek dokunuşuyla peri masalına dönüşsün… 

Gerçekler bize masallarda anlatılanlardan, romantik aşk romanlarından, pembe öykülerden oldukça farklı ve zorlu. Ama her şeye rağmen mutlu olmak için hala şansımızın olduğuna inanıyorum ben. Bunun için biraz durup kendimize ve etrafımıza bakmamız, yolunda gitmeyen şeyler için yeni yollar bulmamız ve böylece kendi başlangıçlarımızı yaratmamız pek de düşünüldüğü kadar zor değildir sanırım ama cesaret istediği kesin.