Aralık ayından beri dünya gündemini Covid-19 virüsü sarmış durumda. Mart ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilanı ile birlikte ülkemizde de Covid-19 gündemimize girdi. Bu birkaç ayda sağlık sisteminin eksikliklerini birebir yaşadık, evde kalamayanların ne çok olduğunu gördük, ev içi şiddetin artışına, kadınların sırtına binen ev işleri ve bakım yüküne şahit olduk, doğa tahribatının Covid-19 olarak tezahürünü deneyimledik.

Pandemi süreci, halklardan, doğadan, canlılardan yana olmayan; adaletsizlik, tahakküm, emek sömürüsü üzerine kurulu bir sistemin sürdürülebilir olmadığını gözler önüne serdi. Bu süreçte eril iktidarların tüm icraatlarının sermaye çarklarını döndürmek amaçlı olduğunu ve işçileri, kadınları, doğayı düşünmediklerini açıkça gördük.

Ekosistem tahribat pandemisi

Doğa tahribatı, iç içe geçen, birbiri ile bağlantılı birçok çevre sorunu ile karşı karşıya getiriyor bizi. Birinin diğerini tetiklediği ve hızlandırdığı sonuçlardan sadece biri Covid-19. Doğal hayata müdahaleler arttıkça bu tür sonuçlarla karşılaşmak bizi şaşırtmamalı. Ortak mülkiyet olan canlı ve cansız çevrenin işleyişine, özel mülkiyet adına yapılan her müdahale adım adım doğal dengeyi bozmakta, gezegenimizin yaşam alanını yok etmekte. Ağaçların kesilmesi, yeşil alanların yok edilmesi, sulak alanların kurutulması, koruma altındaki doğal alanların imara açılması, karbon salınımı, çarpık kentleşme, hayvan endüstrisi vb. durumlarla doğayı tahrip ediyor ve kendisini onarmasına fırsat tanınmıyor. Doğanın sahibi olma üzerinden işleyen bir sistemin içindeyiz. Yaratılan ihtiyaçlar algısı ile aşırı tüketim ve tahakküm kurma üzerinden yükselen insan merkezli bir sistemde doğaya yapılan müdahalelerin sonuçlarını görüyoruz.

Amerika’nın keşfi safsatasıyla yerlilerin yaşam alanlarına göz dikenlerle, başka canlıların yaşam alanlarına göz dikenler aynı zihniyetten besleniyorlar. Doğal zenginliklere el koyarak, kendi zenginliklerini arttıranlar bu salgının doğrudan müsebbipleridir. Doğaya yapılan her müdahale bir kısım (ki bu çok az bir nüfus) insanın daha da zenginleşmesini sağlarken, geri kalanların daha da yoksullaşmasına ve çoğu canlının yaşam alanlarının yok olmasına neden oluyor.

Göç etmek zorunda bırakılan canlılarla birlikte taşıdıkları hastalıklar da yayılıyor. Besin zincirleri bozuluyor, bu durum bazı canlıların sayısını artırırken, bazı canlıların azalmasına sebep olabiliyor. Birbiri ile etkileşim halinde olan canlıların düzenleri sekteye uğratılıyor ve bu durumda türlü türlü ekolojik sorunlar yaratıyor. Tabi bunların hepsi hayatlarımızı bu Covid-19 kadar meşgul etmediği için önemi yeterince idrak edilemiyor ve gündem bile olmayabiliyor. Anlaşılan bu doğa düşmanı politikalar devam ettikçe, doğa kendisine açılan savaşa karşı farklı farklı cevaplar üretecek.

Aynı gemide miyiz essah?

Bu pandemi sürecinde Corona’dan hiçbir ayrım olmadan herkesin etkilendiğini vurgulamak için “aynı gemideyiz” söylemi dolandı durdu ortalıkta. Corona ölümlerinin en yüksek olduğu şehirlerden birinin bir işçi kenti olması aslında aynı gemide olmadığımızın net kanıtı. Ama yaşam alanımız olan dünyayı düşünürsek evet aynı gemideyiz. Geminin üst kısımlarında olan bir avuç insan var, geri kalanlar ise geminin ilk su alan alt kısımlarında. Onlar üst kısımda zenginliklerini arttırmak için doğanın sahibi gibi davranırken, biz alt kısımlardakiler boğuluyoruz. Nefes alamıyoruz. Ama unutmayalım su ile yani bu ekolojik yıkımla ilk karşılaşanlar mücadele deneyimleri biriktirir ve değişim için öncülük yapar.

Bu gemiyi batıranlar suyun üst kısımlara varmayacağını düşünüyorlar, ama yanılıyorlar, onlar da batıyor. Doğanın her alanına hakim olmaya çalışan, suyu, toprağı metalaştıran bir sistemde doğa dostu projeler beklemiyoruz zaten. Kirazlıyayla’da, Kamilet Vadisi’nde, Olympos’ta, Salda Gölü’nde salgın krizini bile fırsata çeviren doğa talancılarının iş başında olması bunun göstergesi.

Bu geminin batmasını engellemeye çalışanlar çok, en başta da kadınlar. Çünkü kadınlar her türlü tahakküme karşılar, doğanın her alanındalar, doğaya daha yakınlar, doğaya yabancılaşmamışlar.  Doğal yıkımın etkisini en ağır deneyimleyen, bu sebeple doğa düşmanı politikalara karşı en kararlı mücadele eden yine kadınlar.

‘‘Toprak madenden değerlidir’’

Kirazlıyayla’da Lübnanlı şirket Meyra, madencilik faaliyet alanını genişleterek doğa kıyımına hız verdi. Bu yıkım Lübnanlı şirkete sermaye birikimi olarak dönerken, köylülere ise yaşam alanı tahribi, kirlilik, hastalık olarak dönüyor.  Köylüler jandarmanın müdahalelerine rağmen, göz altılara rağmen yaşam alanlarına sahip çıkmak için mücadelelerini sürdürüyorlar. Gözaltına alınanların çoğunun kadın olması ve denetimli serbestlik cezasının sadece kadınlara verilmiş olması manidar. Köylülerin ‘toprak madenden değerlidir’ yazılı dövizleri aslında maddi çıkarları için doğa yıkımı yapanlara, doğal zenginlikleri değersiz gören kapitalistlere en güzel cevap olmuş.

Gemi su alıyor, batıyor, şu an günü kurtaracak şekilde suyun tahliyesi yapılıyor. Oysaki yaşayabilmemiz için kalıcı çözümler bulmalıyız. Bunun için hep birlikte gereksiz yüklerden kurtulup, çatlakları onarmalı ve dümeni yeşile kırmak için kaptan kamarasını değiştirmeliyiz. Bunu da geminin alt kısımlarında olan, ilk su ile karşılaşanlar yapacak. Kadınlar, ezilen halklar ve ekolojistler.