La chance, c’est ce qu’oncroittoujoursqu’onn’a pas.”

“Biz şansı hep, sahip olamadığımız şeyler olarak düşünürüz” cümlesi üzerine kurulu bir film: La Fille Sur Le Pont

Patrice Leconte yönetmenliğinde siyah beyaz olarak çekilen La Fille Sur Le Pont (Köprüdeki Kız), 2000 yılında gösterime girdi. Fransız şarkıcı ve aktrist Vanessa Paradis, filmde kısa saçlarıyla Adele olarak karşımıza çıkıyor. Mütemadiyen gerçek aşkı arayan, dramatik sonlardan başka bir şeyi olmayan ve nihayetinde soluğu bir köprünün üzerinde alan Adele’e, şansın kendisinden her zaman bir parmak uzun olduğunu düşünen Gabor eşlik ediyor. Fransız sinemasının sevilen oyuncularından, Cannes’dan en iyi aktör ödülüne sahip Daniel Auteuil, gizemli ve yetenekli bıçak atıcısı Gabor karakterini canlandırıyor. Film, Paris’in Seine Nehri üzerinden başlayarak İtalya ve Yunanistan’a kadar uzanıp, İstanbul’da perdeyi kapatıyor. Son sahnesine Galata Köprüsü’nün ev sahipliği yapıyor olması, hoş ve şaşırtıcı bir etki bırakıyor.

Bu filmi çok sevmemin ve belirli aralıklarla tekrar seyretmemin nedeni Fransız sinemasına ve kültürüne olan ilgimden kaynaklanıyor. Şüphesiz ki bu, tek gerekçe değil. Filmin siyah beyaz çekilmiş olması, senaryosunun sağlamlığı ve nostaljik havasının da bu sevgideki etkisi büyük. Belki de asıl sebebi, filmin başkarakteri Adele’i kendime ve çevremdeki çoğu kadına çok benzetmem. Şahane Vanessa Paradis’in hayat verdiği Adele, tanıdığımız, bildiğimiz, bilmediğimiz, kavga ettiğimiz, uzlaştığımız, affettiğimiz ya da affedemediğimiz pek çok kadına çok benziyor. “Bana bir şeyler olmasını bekliyorum,” diyen kafası karışık ve yorgun pek çok kadına.

Filmin açılış sahnesinde Adele’i, bir heyet önünde kendisine yöneltilen soruları yanıtlarken görüyoruz. Bu sahne, yıllardır en sevdiğim açılış sahnesi olma özelliğini korur. Ve sanırım hep de öyle kalacak. Adele, on sekiz yaşında evden kaçtığını, bir erkekle seviştiğini çünkü hayatın ancak biriyle seviştiğin zaman başladığına inandığını söylüyor. Karşımızda çok genç ve biraz da “çocuk kadın” diyebileceğimiz bir karakter olduğunu daha ilk sahneden anlamaya başlıyoruz. Adele, erkeklere çok fazla anlam yükleyen ve ancak bir erkekle yaşayacağı tutkulu bir aşkın onu güvende hissettireceğine inanan bir kadın. Bu noktada, toplumsal olarak benliğimize işleyen “güvenli erkek, güvenli hayat” düsturunun Adele için de fazlasıyla geçerli olduğunu görüyoruz. Neden otostop yaptığını anlatırken, “aşk hikayelerinin daima kumsalda başladığına dair bir fantezim vardı,” diyor. Tanıştığı her erkeğe çabucak inanıp, bu erkeklerin hayatını değiştireceğine dair umutlanan Adele, sonunda hep düş kırıklığına uğramış oluyor çünkü bu erkekler onunla seviştikten sonra ortadan kayboluyorlar. Ve Adele, onlardan çok daha fazlasını beklediği ve o erkeklere çok fazla anlam yüklediği için her daim kırılan taraf oluyor. Filmde, cinselliğine düşkün bir genç kadın görüyoruz. Belki de Adele, karşılaştığı erkekler cinselliğe bu kadar anlam yüklediği için cinselliği önemsiyor. Oysaki çoğu sevişmesi sırasında kaba davranışlara maruz kaldığını da itiraf ediyor. Çocukluğundan beri bir erkekle ömrünün sonuna kadar mutlu olacağını hayal etmiş ve bu hayalle yaşamış. Evden de bu yüzden kaçıyor ama amacına bir türlü ulaşamıyor. Herhangi bir erkeğin peşinden ülke ülke gezebilecek kadar gözü kara bir kadın. Bu olumsuz deneyimlerin ardından hikayelerinin hep aynı şekilde sonlanacağına kanaat getiriyor ve umutsuz bir kadına dönüşüyor. Filmin anahtar kelimesi olan “şans”a sahip olmadığını söylüyor. “Şanssızlık izah edilemez. Bu, müzik kulağı gibidir. Birinde ya vardır ya da yoktur.”

Geleceğini nasıl görüyorsun Adele?”

Geleceğimi, büyük bir tren istasyonunun bekleme salonunda görüyorum. Dışarıdaki kalabalık insan topluluğu, beni görmeksizin geçip gidiyor. Hepsinin acelesi var, trenlere ve taksilere biniyorlar. Onların gidecek yerleri, buluşacakları birileri var. Bense orada öylece bekliyorum.”

Neyi bekliyorsun Adele?”

Bana bir şeyler olmasını.”

****

Adele, tüm bu olumsuz tecrübelerden ve hayal kırıklıklarından sonra, kendisini bir köprüden atmaya karar veriyor. Fakat tam kendini atacağı sırada, filmin diğer başkahramanı, bıçak atıcısı Gabor gelip Adele’e sokuluyor: “Hata yapmak üzere olan birine benziyorsun.”

Bu noktada erkek, kadının kurtarıcısı olarak birdenbire peyda oluyor diyebiliriz. Adele, Gabor ile tanıştıktan sonra, onunla çalışmaya başlıyor ve sirklerde, gösterilerde Gabor’un kendisine attığı bıçaklarla ikisi de hem büyük ilgi görüyor hem de çok para kazanmaya başlıyorlar. Filmdeki bıçak metaforunun gücü, kanı ve ölümü temsil ettiğini ve bıçakların daima Gabor’un elinde olduğunu, hedefin ise Adele olduğunu söylememiz gerek. Bu “bıçak oyunu”nu duygusal açıdan değerlendirmek de pek tabii mümkün. Gerçek bir aşk hikâyesinde keskin bıçakların bizi sıyırarak geçmesinin; doğru kişiye, doğru ruha ve güvene bağlı olduğu, aksi takdirde uçarak gelen bıçakların bizi ciddi şekilde yaralayabileceğini gösteren bu oyun, aşkın görünmeyen ayrıntıları üzerine fikir sahibi olmamızı ya da en başından beri benliğimize işlenmiş “aşk” kodlarının yerini sağlamlaştırmayı sağlıyor. Aşk bizim için karmaşık, hırpalayıcı ve biraz da öldürmeye hevesli bir girdap. Bıçak sahneleri o denli etkileyici ve metaforik ki, birbirini arzulayan bir kadın ve erkeğin sevişmesinin yolunun yalnızca penetrasyondan geçmediğini kanıtlar nitelikte. Zira Adele ve Gabor, bu bıçak sahnelerinde, birbiriyle sevişen iki tutkulu aşığa dönüşüyorlar. O sahneleri izlerken fonda, Sezen Aksu’dan Keskin Bıçak bas bas bağırıyor: “Nerede bende o yürek, yardan cayacak? Hep köşe bucak…” (Bu, kendi kafamın içindeki fon müziği elbette. Ama film için seçilen müzikler de oldukça başarılı.)

Adele ve Gabor bir aradayken şansları daima yaver gidiyor ama Adele ara sıra eski hayatını özlüyor ve karşısına çıkan, ona güzel söz söyleyen her erkeğe inanmaya hazır durumda bekliyor. Çünkü bitmek tükenmek bilmeyen bir sığınma, korunma ve ilgi görme ihtiyacı hissediyor. Her şeyin yolunda gittiği sırada Gabor’u bırakıp bir adamla gidiyor ve şahane ikili ilk defa uzun sayılabilecek bir süre ayrılmak durumunda kalıyorlar. Adele, birlikte gittiği erkekle, önceki ilişkilerinden hiç de farklı olmayan bir son yaşıyor. Adele gittikten sonra Gabor’un şansı hiçbir şekilde yaver gitmiyor ve yolu İstanbul’a kadar düşüyor. Bir gün kendini Galata Köprüsü’nden atacağı sırada Adele yaklaşıyor ve şöyle söylüyor: “Hata yapmak üzere olan birine benziyorsun.”

Bu kez intihar etmek üzere olan Gabor’u, Adele buluyor. Ayrı kaldıkları süre boyunca birbirleriyle konuşan ve birbirlerinin sesini ta içlerinde duyabilen Gabor ve Adele, ilk kez sarılıyorlar. Bu kavuşma hayal mi, gerçek mi bilmiyoruz. Unutulmaz diyaloglara sahip film, iç burkan şu replikle son buluyor.

“Böyle devam edemeyiz.”
“Neye devam edemeyiz?”
“ Ayrı kalmaya… “

Bu son sahneyle, rollerin değiştiğini görüyoruz. İkili, nihayet kavuşmuş oluyor çünkü şansları, onlar ayrıyken hiçbir işe yaramıyor. “Şans” kavramı üzerine kurulu bu tılsımlı hikaye bana göre baht, aşk, büyü ve bir yaş kaybı meselesi. Adele ise benim için, kimi zaman Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı, kimi zaman Ece Ayhan’ın Üzünç Teyze’si, kimi zaman da François Hardy’nin Mon Amie La Rose’u.

Adele, genç kadınların, tüm hayatlarını bir erkeğe adama rüyalarının ne denli yanlış ve gereksiz olduğunun bir kanıtı gibi. Kafası karışık, hayatını dolu dolu yaşamak istiyor ve bunun ancak erkeklerle ve onları memnun edebileceği ölçüde süreceğine inanıyor. Belki de bitmek tükenmek nedir bilmeyen bu bocalaması, başka bir yol bilmediğinden kaynaklanıyor. Oysa dikkatli bakıldığında, başka bir yol karşımıza muhakkak ki hep çıkıyor.

Sana bir hikaye anlatacağım. Uzun zaman önce caddenin çift tarafında oturdum, 22 numarada. Karşıdaki evleri seyrettim. Daha mutlu insanları düşündüm. Odaları daha güneşliydi, partileri daha eğlenceli. Ama aslında odaları daha karanlık ve küçüktü ve onlar da karşıdaki evleri seyrettiler. Çünkü biz şansı hep, sahip olamadığımız şeyler olarak düşünürüz.”