6 Şubat hayatımızdan bir çok şeyin gittiği ve rutinimizin bir anda değiştiği bir gün. Aklımıza gelen herkesi aramaya çalıştığımız, iyi haberler aldığımız veya alamadığımız…

Depremin yıkıcı etkisini izleyen ve anlamaya çalışan bir şaşkınlık, beraberinde derin bir hüzün, öfke ve bir an önce Antakya’da olma isteğinin verdiği acı sabırsızlık. Heyecan dolu olmayan bir sabırsızlıktı bu… Geçmek bilmeyen 2 gün, uykunun uyunmadığı, yemeğin yenmediği, sessizlik dolu 2 gün. Bir yandan ayakta kalmaya çalışmak ve yola çıkacağımız tırı doldurmak için gece gündüz çalışırken diğer yandan kendimizi sosyal medyaya, haberlere, videolara bakmaktan alamadığımız bu süreç hepimiz için neredeyse aynıydı.  Çünkü aklımız sadece oradaydı: Deprem bölgesinde.

8 Şubat itibariyle İzmir’den Antakya’ya gitmek üzere yola koyulduk. Yaklaşık 30 saat sonra Antakya’ya varabilmiştik. Enkazlara bu kadar yakından bakmak, acıları daha yakından hissetmek anlatılamayacak kadar ağır bir duyguydu. Gördüğümüz tablo her ne kadar bizi epey şoka uğratsa da hareket etme bilinciyle ilerledik. Elimizdeki malzemeleri, ihtiyacın karşılanmadığı bölgelere vermek, o an için düşünülecek en önemli şeydi. Serinyol, Tavla, Aknehir ve daha birçok köyden sonra Samandağ’da oluşturduğumuz kriz koordinasyon merkezine vardık. 40-50 civarı insanın açık bir alanda derme çatma alanlarda buluştuğu, 2-3 çadır dışında bir yaşam alanının olmadığı Samandağ merkezindeydik. İnsanlar geceyi ya arabalarında, ya da ateş başında sandalye üstünde geçirmeye çalışıyorlardı. İlk günlerde barınma ve gıda temel ihtiyaçlar arasında idi. Ve çok bariz otaya döküldüğü üzere, 10’a yakın köyden ve merkezlerden geçmemize rağmen devlete veya herhangi bir devlet kurumuna dair hiçbir iz yoktu. Gönüllü arama kurtarma ekipleri, madenciler, sosyalistler ve gönüllüler vardı. Alanda var olan 1 adet seyyar tuvalet ile daha yaşanılabilir bir alan oluşturma çabamız; duş, sıcak su, daha fazla seyyar tuvalet ile devam etti. Belediyelerin yemek kamyonları bir şekilde bulunduğumuz alandaki insanlar için gıda konusundaki ihtiyaçları karşılarken bizler deli gibi çadır arıyorduk.

Çadır temin kanallarımızı yoklamamız, ülkede sayısızca çadırın bir anda olmaması (ve çadırların nerede olduğu belirsizken) çadırların gelmeyişi, gelemeyişi Antakya halkının değersizleştirilme çabaları karşısında elbette ki direnecektik. Çaresiz ve yalnız hisseden, ağlayan, gitmek zorunda bırakılan insanlar için, bir kişi bile kalsa da direnmeye, orada olmaya devam edecektik.

Brandalardan çadır yaparak (binlerce insanın ihtiyacının olduğu en kriz dönemlerde zahmetli ve zaman alan bir yöntem olmasına rağmen) yaşam alanını yavaş yavaş kurmaya başladık ve bir yandan da kadın dayanışma noktamız ile kadın çadırlarımızı kurduk.  Kadınlar için depremde de güvenli alanlar oluşturmaya, kız kardeşlik bağını güçlendirmeye var gücümüzle çalışıyorduk ve başarıyorduk da. Kadın dayanışmasının o güven veren, mutlu eden tarifsiz tadını, hem kız kardeşlerimiz hem de biz yaşıyorduk.

Bekleyemeyen, Acelesi Olan, Koşturan Hep Kadınlardı!

Kadınların ihtiyaçlarının sürekli güncellendiği bir 5 gün boyunca dayanışma ağımızla hızla bunları temin etmeye ve kadınlara ulaştırmaya konsantre olduk. Çadıra gelen herkese ihtiyacını temin edebildiğimiz, elden ele dayanışma hissini yaşadığımız ve konuşmadan da birbirimizi anladığımız özel zamanlardı, nitekim hala da öyle. Bölgedeki kadınlar artık güçlü hissediyordu, ben ne yapabilirim soruları dört bir yandan geliyordu. Beraber hareket ediyor, beraber öğreniyor ve daha çok sarılıyorduk. Bu enkazı hep birlikte kaldıracağımız henüz söylem olarak gelişmemişti fakat orada pratik olarak en canlı haline bizler şahit olmuştuk.

Pandemi, savaş, ekonomik kriz koşullarında en fazla yükün kadınların omuzuna bindiği erkek egemen sistem bu kez de yüzümüze depremde çarpmıştı. Çocuk, yaşlı, engelli bakımı bir yana beraberindeki kişilerin ne giyeceğinden, mutfak olmasa dahi ne yiyeceğine, nerede oturup nerede yatacağına kadar her türlü soru kadınların aklındaydı elbette. Çevre köylerden gelen tek bir erkeğe dahi rastlamamış olmamız tesadüf değildi. Belli bir zaman dilimine sahip olan ve ihtiyaçları hızlıca temin etmeye çalışan kadınlardı. İstediği malzemenin çadırda olmadığını, depodan almamız için biraz beklemesi gerektiğini söylediğimizde dahi bekleyemeyen, acelesi olan, yetişmeye çalışan, koşturan yine kadınlardı.

Ne Sokakları, Ne Meydanları, Ne de Şehirlerimizi Terk Etmiyoruz!

7. gün ile birlikte mahalle gezmelerine başladık. Sen gelemiyorsan biz geleceğiz dedik! (Ve en son kadın buluşmaları ve çocuk etkinlikleri ile toplandığımız mahalle sayısı 5’e ulaşmış durumda). Toplumsal cinsiyet rolleri depremde de değişmiyordu ama oradaydık ve değiştirecektik. Bu, eril dile müdahalemizle de oldu, feminist politikalarla yaşam alanına müdahalemizle de oldu ve olmaya da devam edecek.  Nasıl ki yıllardır sokaklar kadınların öfkesi ve isyanı ile doldu, nasıl ki yıllardır hem gecelerde hem meydanlarda olduğumuzu haykırdıysak, bu sefer de doğal afeti katliama dönüştüren bu düzeni değiştireceğiz diyerek de mücadeleyi büyütüyoruz.  Buna inanıyoruz ve bulunduğum 10 gün içerisinde kadın çadırı için aldığımız toplantılarda fikirlerin uçuştuğu, masaya her gün bir sandalyenin eklendiği, daha kalabalık, daha güçlü oluşumuz bu inancın somut hale gelişiyle hala gözlerimin önünde.

Toplantıların konusu bi yandan kadınlar için diğer yandan ise çocuklar içindi. İlerleyen günlerde çocuk etkinliklerine başladığımız, güvenli alanlar oluşturduğumuz, kendimizi de tanıtmayı ihmal etmediğimiz zamanlar geçirdik. 5 mahallede hem çocuklarla hem kadınlarla dolu dolu, psikolojik açıdan yetmeye çalışan, bir yandan politik bilinci de yükselten ve güç veren zamanlar ilerliyor,  ilerleyecek.

İnsanlardaki devlete güvenmeme duygusu depremle birlikte iyice gün yüzüne çıkarken, bölgenin kendine özgü yapısı ise insanların orada kalma, direnme, şehri yeniden inşa etme çabalarını daha da perçinliyordu. Evini, şehrini terk etmeyen ve zaten asimile edilmek istenen Arap Alevi halkına da siz burada olduğunuz sürece biz de buradayız demek oluyordu. Dilimizde sürekli, her zaman burada olacağız, cümleleri vardı. Dönüşümlü ekiplerle kadın ve çocuk çadırlarımızın işleyişi için bir dizi planlamalar akmaya devam ediyor.

Depremle birlikte bir kez daha gördüğümüz en önemli şey ise örgütlü mücadele. Bir biçimiyle içinde yer almak, krizli zamanları birlikte aşmak, koordineli olmak ve daha güçlü hissetmek için örgütlenmek zorundayız! Kendimizden başka bir kurtarıcı beklemiyoruz. Feminist mücadele ile birlikte kadınlar için daha yaşanılabilir kentleri hep birlikte inşa edeceğiz. Yıllardır kurtuluş kendi ellerimizde dedik, yeni bir dünyayı biz kuracağız dedik. Şimdi bunları daha yüksek sesle söyleme zamanı!