“Ayaklar, uçacak kanatlarım varken size neden ihtiyacım olsun?’”

Mor Dayanışma olarak 8 Şubat’ta, Theater Antract‘in “Tut!Bırak!” adlı oyuna gittik.

Layla Önlen, oyunun hem oyuncusu hem de konusu. Kendisi ile Mor Dayanışmanın bir etkinliğinde tanışmıştık, ‘’anneyim, babaanneyim, Hataylıyım’’ diye tanıtmıştı kendini ve eklemişti ‘’oyuncuyum’’.

Belçika’da doğmuş büyümüş, ana dili Arapça, yıllarca öğretmenlik yapmış, hep tiyatro yapmak istemiş ve nihayetinde oyunun yönetmeni Hüseyin Umaysız ile tanışmış. Flemenkçe oyunlar oynamışlar Belçika’da, Türkçeyi sonradan öğrenmiş, “Tut!Bırak!” Hüseyin ile birlikte yaptıkları ilk profesyonel oyunmuş.

“Tut!Bırak!” aslında tutmak istemediğimiz halde tuttuğumuz, bırakmak istediğimiz halde bırakamadığımız, tutmak istediklerimizi bizi tutanlar yüzünden tutamadığımız, kendimizi bırakmak istediğimizde ise bizi bırakmayanlar sebebiyle yaşadığımız o zorlanmayı çarpıcı bir biçimde aktarıyor.

Kadın olmak, beraberinde kadın olamamayı da getiriyor. Kadınsan, evde kalırsın, yemek yapar çocuk bakarsın, temizlik de cabası ama kadın olamazsın; hayatın üzerinde söz hakkı edinemezsin, yapmak istediklerini düşlemen bile yasaktır, cinsellik desen sana hep dikenli, gülüne dokunamazsın. Kadın olduğun için birçok şey yüklenir sırtına, yapmayı üstlenmediğin işler biriktikçe birikir. Bunca yük birikintisini sırtlanmak yorduğunda ise ya sen düşmüşsündür ya da düşkünsündür.

Oyun, kendi içinde bölümlere ayrılmış ama tek perde. Gayet akıcı, içine alan, interaktifliği de olan bir performans. Dekorları ve dekor kullanımı, yalın ve çarpıcı. Buradan sonrası oyuna dair fazlasıyla spoiler içerecek, tabii bu spoilerların gerçek olup olmadığını anlayabilmek için oyunu izlemeniz gerekecek. Çünkü bunlar benim yorumlarım, gidin ve oyunu siz de yorumlayın, denk gelirseniz kaçırmayın, denk düşemezseniz de deneyin ve denkleşin.

İlk bölüm, oyunun yazarı Deniz Kaptan’ın annesi Iraz’ın hikayesi. Iraz, Cumhuriyete giden yolda çocukluğunu yaşayamamış, yola dökülen bokları temizlemek zorunda kalmış bir çocuk. Iraz’ın annesiyle benzer bir yazgıda olduğunu, “sizin evde İstanbul hükûmeti mi Ankara hükûmeti desteklenir?” diye sorulduğunda, annesinin verdiği cevaptan anlıyoruz:

‘’Keçinin boku gibi kara bir adam var, onun hükmü geçiyor.’’

Ankara hükûmetindeki adam kız çocuklarını okutacakmış, bu yüzden de beyaz atlı prensler yollamış köylere. Beyaz atlı prensten kendisini okula yazdırmasını bekliyor Iraz, bir harf öğretmesini, bir sayı belki. Oysa kızını okutmak istemeyen babadan alınan rüşvetle uzaklaşıyor beyaz atlı prens, geride de boku kalıyor beyaz atın. Bari bokunu temizleseydin be adam! Yok olur mu, Iraz ne güne okutulmadı.

Erkekler birbirinin dilinden anlar. O dili anlamasınlar, anlayacak yolu da bulamasınlar diye okutmak istemedikleri Iraz, hayallerinin battığı suyun dibine giderek yemin içer, bundan böyle tek harf öğrenmeyecektir, böyle kalacaktır.

Oyun metaforlarla dolu, belki de bunlar benim düşlerim ve anlam çabalarımdır. İsminin “Iraz” olarak yazıldığını öğrenmeden önce, kulağa “Iras” olarak geldiği için, tersi “sarı” diye düşündüm. Sarı, güneşin rengi, kadınların doğurduğu söylenen ama yüzünü göremedikleri güneşin rengi. Iras sarı taksiye biniyor iki kere, birinde nikaha giderken, diğerinde düğüne. İsminde güneşin rengini taşıyor ama karanlıklarda yaşamaya zorlanıyor.

‘’Benim bütün hürlüğüm, biriken bulaşıkları yıkayıp bitirmenin gönül rahatlığı, el serinliğiyle kurulduğum pencere dibi.’’

Bulaşıkları yıkadığımız gibi yıkayalım karanlığı da, yıkayarak yıkalım.

Iraz imgesel biri, harfleri bilmeyince hissettirdikleri ve benzettiklerinden çıkıyor yola, öyle ulaşmaya çalışıyor yoluna. Sayılar kendisine neyi çağrıştırıyorsa odur onun ismi, direk mesela, ördek, sütyen; 1, 2, 3. Bir direk bir ördek şekilli otobüsü gelene dek bir sürü yere götürüyor sizi. 7 sayısı kadar yakışıklı biri midir acaba kocası?

Yaklaşık yirmi dakika boyunca ellerindeki poşetlerle iki elini yana açmış, çarmıha gerilmiş gibi duruyor Layla. Oyuncunun bedeninde, patriyarkanın kadınların sırtına yükleyip ellerini kollarını bağlayıp sıkıştırmaya çalıştığı her şeyin ağırlığı görünüyor; direnci, dayanma gücü, devam edebilmesi hem hayran bıraktırıcı hem de öfkelendirici. Bırak onları, tutma!

İkinci hikayede yine bir anne var, bir eş. “Tut, bırak, bırak, tut, bırak, bırak, tut, bırak, takla.” Ezelden beri oynamak zorunda kaldığı ritmik düzende, her şeyi bırakıp yalnızca kendisini tutmasını istediğim bir kadın daha.

Üçüncü kısımda, yine bir anne, bir eş, eğitimli bir şirket çalışanı var. Beyaz atlı prensi var, “bal gözlü oğlan”. Bırakmak istiyor, tutmak istiyor; bırakıyor, tutuyor.

Oyunu izlerken sevmediğim tek bir kısım vardı. O da, tam unvanı bu muydu hatırlamıyorum ama, “aşktan anlamayan bir şeyleri planlamadan sorumlu kaşkaval peyniri suratlı kadın müdür”. Beyaz atlı prensin atına binip aşıklar diyarına gitmek isterken, oyuncunun ayaklarına kapanan ve fiziksel şiddete varacak eylemlerde bulunan bir kadın. “İzin ver de gitsin, bırak, tutma” demek istediğim o kadın. Sonra düşündüm, onca erkeğe rağmen oyuncunun ‘aşka gitmesini’ engelleyen bu kadına neden sinir oldum? Bendim çünkü o, sendin, annemdi, annesiydi, kendisiydi, öğrenilmiş çaresizlikti, içselleştirilmiş patriyarkaydı.

Oyunun son kısmı ise oyunun toplamının evrimsel bir yanı olduğunu düşündürttü bana. Oyun, ellerin kullanımı ile, daha doğrusu kullanılamaması ile başlıyor: içine her şeyi almış alışveriş torbalarıyla yüklü oyuncu, ‘pazardan alıyorsun bir kilo, taşıyorsun yüz kilo’. Süreç içinde elden ayağa vücudun her santimine değiyor o yükler, görmek sinir bozuyor.

İnsanın evrimsel süreçte diğer canlılardan farklılaşmasının sebebi el motor becerilerini kazanabilmesi, parmaklarını kullanabilmesi. Kadının ise eli kolu bağlı, tutması gerekenler var, bırakamıyor. Evrimini gerçekleştirmesine, insan olmasına izin verilmiyor. Oyunun son demlerine yaklaşırken Layla’nın gitmek istediği yere gidememesi, Iraz’ın Pamukkale’yi pencereden görüp hiç gidememesi, uzaktaki beyazlığın ne olduğu sorduğunda “beyaz büsbüyük martının boku” cevabını alması, sonlara doğru her yerin boka batması, gitmek isteyen ayakların alev alması akla suyu getiriyor. Su, temizler ve ateşi söndürür.

İnsanın evrimsel sürecin en başında geldiği suya geri dönmesi, ayaklara dolanan halatın bir hortum yaratması ve bu hortumun şiddet döngüsü olması, içinde savrulmak, o hortumun en derinliklerinde olsak da ve çıkmak kendini fırlatmayı gerektirse de nihayetinde bir çıkış olduğu gerçeğini görmek güç veriyor. Kendimizi fırlattığımızda ise zarar görmememiz için gereken zemini kadınlar ve dayanışmaları oluşturuyor.

Sırtımıza yüklenen her travma, ondan kurtulmaya çalışsak da kalıcı, bu demek değil ki travmalar atlatılmaz ve asla iyileşmeyiz, aksine, travmanın bıraktığı izden açan çiçekler en can alıcı renklerde olurlar. Travma sarmalı içinden ne kadar çıkılamaz görünse de, biz ne kadar alışmış olsak da bu yükleri taşımaya; o yükler her mekâna giremezler, eninde sonunda bir duvara çarparlar ve kalırlar oldukları yerde. Biz ise, gideriz istediğimiz yere, yansa da ayaklarımız, bağlansa da ipler, zincirler, fırlatmak gerekse de kendimizi, hatırlamak gerek: “Ayaklar, uçacak kanatlarım varken size neden ihtiyacım olsun?’”